Fotoğraf: Melisa Aymutlu

Durağanlığın ve hareketin öyküleri... Miyop

Serhan Aytekin
HÜRRİYET SANAT KİTAP, HAZİRAN 2022

Doğan Yarıcı konuşarak değil, daha çok susarak derdini aktaran bir anlatıcı kimliğine bürünüyor ‘Miyop’ta. Boşluklara yöneliyor, günlük yaşamın göze pek batmayan sokaklarından hikâyeler türetiyor. İçeriği ve biçimi bir dengeye oturtuyor.

Eksiltme, az sözcükle çok şey anlatma ve okura açık kapılar bırakma edebiyatta hayli önemli edimler. Başka bir deyişle yalın cümlelerle derin anlamlar ve yan yollar yaratma demek bu. Başarması zaman ve emek istiyor. Diğer bir ifadeyle kısa yazmak için vakit lazım. Doğan Yarıcı, bu zamanı bulup daha doğrusu yaratıp kısa, etkileyici, yalın, türlü oyunlar içeren ve gerçekliğe de yaslanan öyküler kaleme almış ‘Miyop’ta. Cümleleri eksilterek anlamı çoğaltmış bir bakıma.
Yarıcı konuşarak değil, daha çok susarak derdini aktaran bir anlatıcı kimliğine bürünüyor ‘Miyop’ta. Boşluklara yöneliyor, günlük yaşamın göze pek batmayan sokaklarından hikâyeler türetiyor. İçeriği ve biçimi bir dengeye oturtuyor.
Yarıcı kimi zaman metroda, bir AVM’de ya da sokakta insanların gözlemcisi kimi zaman ise ‘zıtlıklar ülkesi’nin bir öznesi olarak çıkıyor karşımıza. “Ülke ne zaman zenginleşse fakirler çoğalıyor” diyen bir karakterin ağzından sesleniyor hepimize.

Boş sokaklarda dolu sözler sarf eden bir kişi oluveriyor bazen. Sonra yaşanmışlıklara ve hatıralara takılıyor aklı: “Bu aralar sıkça oluyor, bilmem neden. Durduk yere, gitmediğim yerler geçiyor gözlerimin önünden. Doğduğum ev, yeniyetmeliğim, anlı şanlı delikanlıyım. Böyle böyle geliyorlar ansızın. Dönemeçler, gölgeler, iskele. Kanamış kabuk. Mayomdaki tuz. Çay bahçesindeki kız. Ve hep iyi aileler. Oracıkta buluyorlar beni, artık neredeysem. Durmadan gidiyorlar fakat, hatır bile sormadan. Hızla yanımdan. Bir anlık güzel ülkem.”
Olanların, olmayanların ve olma ihtimali bulunanların anlatıcılığına da soyunuyor. Bu anlarda kendisini başka biri gibi düşünüyor. Daha doğrusu, kendisini başkasının yerine koyuyor. Geçip giderken vermediği selamlara yanıyor ya da verdiği selamı sorguluyor. Bir an uyanıyor, gördüğü düşü gerçek sanıyor anlatıcı; Balık gibi kayıp giden gençliğine ve rivayetlere dönüp bakıyor: “Gözümün önünde uçuntular. Rivayetler muhtelif, diyor doktorum. Yorgunluk. Çizik. Toz toprak. Saçta olduğu gibi gözde kırlar. Vukuat. Günahlar. Okumadığın kitaplar. Öğrenmediğin sözcükler. Iskaladığın anlar. Kırdığın kalpler. Unuttuğun insanlar.”

Yarıcı öykülerinde mekân-zaman-olay örgüsü üçlüsünü, kesik kesik ve kimi boşluklarla veriyor okura. Bazen tek bir cümle, sayfaların yerini tutuyor; “insan dediğin değişik, hep karışık” da böyle bir ifade.
Yanılgıların, karşıtlıkların, düşlerin, hayallerin, sağımızda solumuzda duran eşyaların ve etrafımızdaki insanların anlatımına rastlıyoruz ‘Miyop’ta. Bazen de unutuş ve hatırlayışlara...
Durağanlığın ve hareketin öykülerini de yazmış Yarıcı. Durumun nezaketine binaen yine birkaç cümlelik, yeri geldiğinde tek kelimelik anlatımlar bunlar. Âdeta bir fotoğraf karesi gibi; her okumada yeni bir şey keşfetmeye açık. “Anlatacağım ne çok şey var, hiç isteğim yok” ve “bak buralar hep mutluluktu”, buna iki örnek.
Yarıcı, yer yer politik bir havası olan, dil oyunlarıyla ilerleyen, ironilerle anlamı derinleşen yalın öykülerle karşımızda ‘Miyop’ta. Yaşananları ve ihtimalleri konu alan, kalanları ve bozulanları anlatan metinlerinde, kurmaca ve yaşam arasındaki ilintiyi veya benzemezlikleri de es geçmiyor.

MİYOP
Doğan Yarıcı
Yapı Kredi Yayınları, 2022
152 sayfa.

 

Sevgisiz çocukluktan kovulan halklara, memleket tarihi gibi bir roman: “Hodan”

Banu Yıldıran Genç
Parşömen Sanal Fanzin, 1 Ekim 2020

Geçtiğimiz yılın kasım ayında yayımlanan Hodan’ı yazmak için geç kaldığımı düşünerek, işaretlemeden, not almadan okumaya başladım. Biraz okuduktan sonra, hele yazımın sonlarına doğru bahsedeceğim ağlaya ağlaya okuduğum bölümü gördükten sonra, yazmam gerektiğini anladım. Bazen böyle olur, aslında en güzeli de budur. Kitap o yazıyı size zorla yazdırır.

Hodan bir bildungsroman sayılabilir. Hodan lakaplı Hasan’ın doğup büyüdüğü günden ellili yaşlarına dek geçirdiklerini, olgunlaşmasını, ince ince, derin bir biçimde okuyoruz. Sayılabilir dememin bir sebebi, Hodan’ın çocukluktan itibaren toplumla uyumlu olması. Yaşadığı hayal kırıklıklarını, acıları içine atıp hayatının iplerini hep başkasının eline vermesi, Hodan’ı klasik oluşum romanlarının kahramanlarından bir nebze ayırıyor.

Terk Edilmiş Sofralar 1 alt başlığını taşıyan romanda Hodan’dan başka pek çok yaşama ve terk edilmiş sofraya tanıklık ediyoruz. Doğan Yarıcı’nın nereden ilerleyeceğini sanırım ikinci kitapla daha iyi anlayacağız.

Roman, Hodan’ın çocukluğuyla başlıyor. Anadolu’nun dağlık bir köyünde annesi ve halasıyla yaşayan çocuk Hodan’ın hayalleri hep babasına dair. Kızıl Mustafa diye bilinen babası rüyalarında, gündüz düşlerinde, hayallerinde…

“Kızılca’nın üzerinde, ılgar gidiyor. En sık gördüğü bu. Sağdan sola doğru dizemle sallanıyor. Gövdesi bir önde Hodan’ın, yüzüne koyu yeleler çarpıyor, gövdesi bir geride, sırtı dağa çarpıyor. Böyle Kızılca’nın üzerinde çığlıklar ata ata giderken doludizgin, sırtını vurduğu dağ Kızıldağ, babası Kızıl Mustafa. Yüzü yok, yüzü neden yok, babasının yüzü yok gözünde, bir türlü göremiyor. Babasının bacaklarının arasında sıkışmış, öne oturtulmuş da Kızılca’nın yelelerine yapışmış. Kızıl Mustafa vuruyor topuklarını hızlanıyorlar. Hodan öyle mutlu ki, anımsadığı tek mutluluk ânı bu, babasıyla ilgili.”

Hodan köyden çıkıp askere gidinceye dek mutluluk adına bu andan başka bir şey olmayacak hayatında… Hodan’ın hayallerinin tersine babası kızıl değil kara, kapkara bir adam: Deli Vezir. Kız kardeşinin sözüyle Hodan’ın anasını evden gönderip yine kardeşinin bulduğu başka kadınla hemen evlenen, köye döner dönmez Hodan’ı önce Kırıkdağ’daki hocanın yanına çırak, sonra kilometrelerce ötedeki Papakçı’nın yanına ırgat veren, babalığın b’sini yapmamış Deli Vezir.

O Hodan ki kendisini okula yollayan, çocuklarıyla aynı sofraya oturtan, oda veren, bildiği her şeyi öğreten Papakçı’ya yanlışlıkla “baba” diye seslendiğinde, ağzından çıkanı duyduğu an utanan, havada kalmış “baba”nın titreşimiyle yıllarını geçiren bir kimsesiz.

Hodan’ın ömründe başka bir mutluluk ânı, babasını öldürdüğü an. Ama gerçek değil.

“Yatakta uyurken başucuna kadar sokuldu. Ağılda koyunların arasından gölge gibi süzüldü. Kapı önünde baltayla odun kesişini bir süre izleyip usul usul yaklaştı. Haince, hep arkasından. Harman yerinde elinde yaba rüzgâra dururken, buğdaylar babasının ayakları dibine düşerken, samanlar Hodan’ın saçlarına savrulurken. Tüfeğinin kırığını sessizce dikledi, namluyu doğrulttu, horozu kaldırdı, kaç kere kaç kere. Üst üste vurdu onu başından göğsünden sırtından karnından ellerinden ve bacaklarından ve tam iki gözünden.”

Ritmi, tekrarları, noktalamasıyla romanın en etkili bölümlerinden biri olan bu öldürme hayali, bizi romanın asıl derdine getiriyor. Babalar ve oğulları. Büyüyüp erginleşmesi gereken oğullar, Tanrılaşması gereken kahramanlar. Hodan da Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda aktarılan adımları atıyor birer birer. Kendisine bir koruyucu bulur, maceralara atılır, sağ kalır ve erginleşmek için son olarak babayı öldürür.[1] Hodan’ın hayalinde öldürdüğü babası gerçekte de ölünce evine geri dönmek, neden istenmediğine dair gerçekleri öğrenmek kalıyor geriye. Sonrasında ise büyümeye son adım: Askerlik.

Romanın taşrada geçen ilk kısmının dili ve anlatımıyla, İstanbul’da geçecek bölümlerin dili oldukça farklı. Doğan Yarıcı bunun üstünde epey çalışmış belli ki. Yukarıda alıntıladığım bölümlerde de görüldüğü gibi atlara, çiftçiliğe dair terimler metne ustalıkla yedirilmiş. Bazen noktalama kullanmadan sürgit okunan heyecanlı bölümler, bazense akışı kesip ritmi bozarak yavaşça yüreğe dokunan bölümler ince ince düşünülmüş. Bir sürgünden diğerine giderken yarı uyur yarı uyanık kabuslara karıştığı bölüm, bu farklı dil kullanımının iyi bir örneği:

“Sefalar getirdin kara çocuk.

Baban.

Seni istemiyor mu?

Tanrın.

Da, bize geldin?

O.

Yücelerden yüce.

Seni.

Yanılttı mı?

Arafta mısın?

Aldandın.

Sıratta mısın?

Şaşırdın.

Da mı geldin?

Bu yolu.

Geçerken mi?

Doğruyu.

Bulacaksın?

Uzat dilini.

Tadımıza.

Bak!”

Kent romanlarına, öykülerine daha alışkın olsam, daha çok sevsem de edebiyatımızda pek çok eser birbirine benzemeye başlamışken Hodan’ın yaşamının ilk perdesindeki bu taşra bölümü, masalsı dili, kurduğu dünyası, iki yüzlü ama iyi insanlarıyla hoşuma gitti doğrusu.

Taşı toprağı altın İstanbul

Romanı hem tematik hem dilsel olarak, İstanbul öncesi ve İstanbul sonrası diye ele almak mümkün. Hodan, hiç bilmediği İstanbul’a tam da eski Türk filmlerinden tanık olduğumuz biçimde geliyor, Haydarpaşa’da trenden inip hemen yakındaki Selimiye kışlasında, yine herkesten ayrı, yabancı, garip duracağı askerliğine başlıyor.

Romanın en önemli ve etkileyici bölümlerinden biri askerlikte yaşanıyor. “Terk edilmiş sofralar”ın artmasına sebep olacak o korkunç iki günün anlatımı aynen olması gerektiği gibi, ne romantize edilmiş ne de dramatize. Olaylara el koyan askerlere emirleri kâğıtla verecek üstteğmen Hodan’ı da yanına alır. Bir cipin içinde, elinde dosyalar, kâğıtlar, yaşanan vahşeti görecek, izleyecek ama hiçbir şey anlamayacak Hodan. “Kurban bayramı gibi, herkes mutlu, ortalık kan revan.” Sıraselviler, Tünel, Şişli, Galata, Dolapdere, Sirkeci ve Büyükdere derken iki gün iki gece uyumadan memleketini, insanlarını gerçek anlamda tanıdığı tarih, 6-7 Eylül 1955, Hodan için tek bir şey demek olacak: Utanç.

Romanın tekrar bu meşum tarihe bağlanması, askerliğini Ankara’da tamamlamış, bir hayal kırıklığı daha yaşamış Hodan’ın İstanbul’a dönüp aile bildiği tek kişiye kavuşmasından sonra oluyor. Kocası Papakçı’nın ortadan kaybolması sonrası, Kayaköy’ün boşaltılmasıyla göçe zorlanan Nazmiye kadın, terk edilmiş bir başka sofrayı simgeliyor. Yine de askerden daha da garipleşmiş gelen Hodan’ı kanatları altına alarak her şeye yeniden başlıyor.

Şimdi yavaş yavaş romanı okurken hüngür hüngür ağladığım bölüme doğru yaklaşıyoruz. Çocuk yaşta Kırıkdağ’da ustasıyla yaşarken buğdayla, unla haşır neşir olmuş, dillerden düşmeyen börekler yapmayı öğrenmişti Hodan. Aslında mutluluğa en çok yanaştığı anlar da hamurla uğraştığı anlardı da mutluluk nedir bilemediğinden anlamıyordu pek. İşte biraz şans, biraz da hünerini göstermesiyle Kurtuluş’ta, o korkunç gecede paramparça vitrinini hatırladığı Stavro Pastanesi’nde çalışmaya başlayınca bu mutluluk anlarını yeniden yaşamaya başlıyor.

Romanda babamla karşılaşmak

Burada bir es veriyorum. Hodan’ı yaratan Doğan Yarıcı benim arkadaşım. Yıllarca aynı yerde kampçılık yaptık. Çocuklarımız beraber büyüdü. Ve ne gariptir ki baba mesleklerimizden dolayı edebiyattan çok börekçilik, pastacılık konuştuk. En son babamın büyük bir ameliyatı sonrası görüştük uzun uzun. Hep babamla ilgili bir kitap yapılması gerektiğini söylerdi Doğan. Son on yılda babamı gazetelere, televizyonlara çokça çıkardık, hakkında yazılar yazdım ama kitaba gelene kadar babam daha da büyük bir ameliyat daha geçirdi… Ardından karantinaydı, 65 yaş yasaklarıydı derken fikirler kendiliğinden rafa mı kalktı ne oldu bilmiyorum açıkçası. “Sürgünün Ayıramadığı İki Dost: Yorgo ve Fehmi" babamla ilgili yazdığım son yazı oldu.

İşte Hodan’ın Stavro Pastanesi günlerini öyle bir anlatmış ki Doğan Yarıcı, yıllardır konuştuğumuz şeyleri bir bir yazıya dökmüş sanki, tabii çok daha fazlasını araştırmış, kendini, damağını katmış, haldır haldır mutlulukla çalışmanın şevkini yuvarlana yuvarlana akıp giden sözcüklere aktarmış… Hani Hodan’ın yeni öğrendiği, alışmaya çalıştığı bu düzen tıpkı bizim Paskalya’larda maaile üç gün üç gece doğru düzgün uyumadan ama adrenalin sayesinde capcanlı ayakta durabildiğimiz zamana benzemiş.

“Bu işe ömrüm yetmeyecek diye düşündü. Dondurmasından drajesine, baklavasından kiraz şekerine her şeyi kendilerinin ürettiği bir pastaneydi Stavro. Karamela şekeriyse içlerinde en zoru. Şeklini hayal bile edemediği, adını söylemesi tadı kadar güzel, fakat akılda tutması bir o kadar zor nisuaz, trigona, adisebaba, patasu, kasato… Daha neler neler.”

Zaten düzenini, tarihini bildiğim bir işin bu kadar güzel, detaylı ve doğru anlatılmasından etkilenmiş, sayfalar arasında uçarken kalakaldım sonra bir anda:

“Tam yedi kez elden geçiriyordu, haftaları ayları gidiyordu şuncacık vişne likörlü çikolataya. Bu başka türlü yapılamaz mı? Yapılmaz! Senden başka yapmayı bilen var mı? Fehmi adında bir delikanlıdır. Bir tek o çocukta bu özen ve sabır var.”

Babamın adını, hem de hâlâ en ünlü olduğu çikolatasıyla yan yana görünce, yazının başında bahsettiğim şey oluverdi işte. Hüngür hüngür ağladım. Bu ince selam çakış, tarihiyle kültürüyle tam olması gereken yere bir roman karakteri olarak yerleşivermiş babam, Hodan’la hemen hemen aynı yaşta oluşları, aynı belaları yaşamışlıkları, yalnızlıkları, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmışlıkları, birkaç senedir görmediğim Doğan’ı ve ailesini özlediğimi fark etmek… her şey ağlattı işte beni.

Her güzel şeyin sonu olduğu gibi Hodan’ın mutluluğu da Nazmiye anasının ona devlette iş bulmasıyla sona eriyor. Hayatının iplerini başkalarına bırakmaktan hiç vazgeçmeyen Hodan bir kez daha bambaşka yerlere sürükleniyor. Sonrasında severek evlendiği Sede’yle ziyaret ediyorlar Stavro Pastanesi’ni son kez çünkü 1974 yılında ellerinde bir bavulla ülkelerini terk etmek zorunda Rumlar. Öncesinde ‘70 darbesi, sonrasında ‘77 kanlı 1 Mayıs’ı, Hodan’ın tanıklık ettiklerinin sonu gelmiyor. Bu memlekette herhangi bir zamanda doğmuş herkes gibi…

Coğrafya kaderdir

Ve Hodan’ı romanın sonunda daha ellili yaşlarındayken, hastalıkla kuşatılmış bir dönemde, elinde fotoğraf albümüyle gördüğümüzde, tüm bu yaşanan travmatik olayları her fotoğrafla yeniden hatırlarken buluyoruz. İlk başta okurken fazla mı gelmiş bu kadar olay romana diye düşündüm açıkçası ama sonra bizim son yıllarda yaşadıklarımız geldi aklıma, vazgeçtim bu düşüncemden. Yine de bazı detaylar olmasa da olurmuş diyebilirim, Hodan’ın optalidon bağımlılığının, arkadaşı Abdullah’tan kopma sebebinin uzun uzun anlatılmasının, sonunda fotoğraflara bakarken hatırlanan aile kavgalarının romana ve asıl çatışmaya pek de katkısı yok sanki.

Yazım hem kişiselleşti hem fazlasıyla uzadı ama şunu eklemeden geçmeyeyim, Hodan’ın Kartal SSK’da çalışmaya başladığı zamanların saatli maarif takvminden alıntılanmış cümlelerle iç içe geçmiş bir teknikle anlatılması, romanın dil ve teknik açısından en iyi bölümlerinden biri. Tatavla neresi, Kartal neresi? Hodan nerede, hayalleri nerede? Bu tezat çok iyi işlenmiş.

Hodan’ın önce baba sonra anne travmasından dolayı hep bir eksikle geçen hayatını çektiği bir fotoğraf çok iyi özetliyor. Hatta albüme bakmaya başladığındaki ilk fotoğraf bu, Sede’nin yarım çıktığı bir fotoğraf:

“İlkbahardı. Nevzat’ın verdiği Zenit makineyle, iyi anımsıyor, çektiği ilk fotoğraf bu. Beceremedi hiç, düzgün fotoğraflar çekemedi. Hepsi hayata baktığı gibi, tam ortalayamamış. Ya titrek, ya bir kenarından yakıcı ışık girmiş.”

Bir insan kendi hayatını bundan daha iyi nasıl anlatır ki?

Hodan hem taşra hem kent romanı, hem politik hem bireysel. Doğan Yarıcı karakterini ilmek ilmek örmüş. Hodan’ın erginleşmeden olgunlaşmaya yaşadıkları, gördükleri, bildikleri derinlemesine araştırmanın, çalışmanın ürünü, bu her satırda belli oluyor. Ve asıl önemlisi aktarılanlar “bilgi” kokmuyor.

İçinde babamın olduğu bir roman hakkında elbette nesnel olduğumu savunamam ama son dönemde okuduğum romanlar arasında içimi aydınlatan bir yere sahip oldu “Hodan”. Terk Edilmiş Sofralar’ın ikinci kitabını merakla bekliyorum.


[1] Baba, annesiyle yaşadığı cennete dışarıdan giren ilk kişi olarak çocuğun arketipsel düşmanıdır; bu yüzden, yaşam boyunca tüm düşmanlar (bilinçdışında) babanın simgesidir. “Öldürülen şey baba olur.” Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, İthaki Yayınları, s. 145-146.

İs Odası merceğinden
Doğan Yarıcı'nın sembolik anlatımı

Pınar Üretmen / Sarnıç Öykü
Kasım - Aralık 2014

Doğan Yarıcı, İs Odası’nda hikâyelerin uç uca eklenmesiyle yeni bir hikâye yaratıyor, içe doğru yapılan zamandan azade bir yolculuğu anlatıyor. Doğumdan ölüme doğru salınan zamanı… Ân’ların toplamından oluşan bir ân’ı… Bir düş kadar uzun ve bir yaşam kadar kısa olanı… Bir çocuğun gözlerinden yansıtıyor bize bakılanı, görülmeye çalışılanı. Ama anlatırken öyle dümdüz avcumuza bırakmıyor kelimeleri. Biraz biz arayalım, yakalayalım istiyor anlamı.

İlk hikâye ile bir koridorda başlıyor yol. Loş, uzun, dar bir koridorda. Çürük çarık içinde kalınsa bile koşulacak, nefes nefese geçilecek, yeşil kapıya varılacak. Sonrası ışık. Aydınlıkta, son bulacak. Bir
yaşam tamama erecek, yeni bir yaşama geçilecek. Bir hayata doğulacak ya da ölünecek.

“Biliyor ki bu bir sınav. Bir ceza. Karşılığı hayat. Titriyor. Gülen yüzler anlatıyor. Kurtulacağını söylüyorlar artık. Her şey aydınlanacak diyorlar. Eğer şu yeşil kapıdan girerse, orada uzanıp beklerse, hortumu yutarsa. Yeni bir aletmiş bu, ucunda minik bir kamera var, içini ğörecekler, fotoğrafını çekecekler, yıllarca aradıkları kötülüğü bulacaklar.”

Doğan Yarıcı, bilinen biçimlerin, klasik anlatıların güvenli kıyılarına sığınmayan bir yazar. Yarattıgı dil masum degil, zehirli ve yakıcı. Dili parçalıyor, yeni baştan kuruyor. Okuru çabuk kavranan, rahat, yüzeysel sulardaki yazılar ile oyalamıyor. Sözcükleri alaşagı ederek yeni anlamlar yüklüyor. Bu nedenle ilk anda yakalanamıyor gerçekliği, derin nefesler alarak derinlere inmek gerekiyor. Ele avuca gelmeyen öyküler bunlar. Yoğun anlam yüküne sahip cümleleri kısa tutarak okurun öyküye odaklanabilmesini sağlıyor. Anlatım yogunluguna ragmen, dili akıcı ve samimi. Bu ritmi sağlamak için sık sık bilinç akışını kullanıyor. Cümleler ara ara ritmi yavaşlatarak uzuyor. Ama genellikle kısa, net, yoğun cümleleri tercih ediyor yazar. Kelimeler birincil anlamları yanında çağrışımları ve sembolik manaları da taşıyor. Bu sayede tekrar okumalara açık, katmanlı metinler kurguluyor. Anlatıcı, yazarın iç sesi. Monologlar hâkim anlatıma. Sinematografik bir dil kullanıyor. Bir film şeridi gibi akıyor kelimeler, seyrediyoruz her sayfayı. Okuduklarının yönetmenliğine soyunarak, renkleri, sesleri, hareketi hissetmesini sağlıyor okurun. Bir çocuk uç uca ekliyor eski film şeritlerinin kırpıklarını, yeni bir film yaratıyor.

[...]


 

Odanın içindeki ev.

Burcu Aktaş / Sarnıç Öykü
Kasım - Aralık 2014

Kısa hikâyelerin biraz da kaderidir şiirle yan yana koyulmak. Şiire yakın durmakta elbette kötü bir yan yok ancak her kısa öykünün de zoraki bir biçimde şiire yaklaştırılması gereksiz bir çaba.

Bu yazının, niyetini en baştan ortaya koyan bir girişi olsun istedim. Çünkü Doğan Yarıcı’nın İs Odası’na şiiri en güzel köşeye bırakarak bakmaktan yanayım. Yarıcı’nın kısa öyküleri eksilerek çoğalan, ağır bir mesai ürünü... Tıpkı iyi şiir gibi. Ancak bu benzeşmeler ve ezberler içine hapsolmadan ele alınması gereken bir öykü disiplini var yazarın. Kısa hikâye dediğimizde, bu kez şiiri düşünmeyelim istedim. Yarıcı’nın öykülerinin melodisini aramayalım da, sözcüklerinin sebep olduğu yolculuğun tadını çıkaralım. Bu öyle bir yolculuk ki kimsenin çoğunlukla görmediği ya da görüp geçtiği “an”ların küçüklüğüne götürüyor okuru. Küçükteki “büyük”lüğün peşinde Doğan Yarıcı. Başka bir deyişle odanın içindeki evin, ormanın peşinde. İs Odası’ndaki her öy- küde bunu bulmak mümkün. Bir misafir kültablası ya da yaraya basılmış tentür- diyotlu pamuk yer aldığı öykünün içinde başka bir öyküye, başka bir dünyaya götürebiliyor.

Detayla güzelleşen ama bu detayların metni boğmadığı öyküler bunlar. Bunu da eksiltmeyle sağlıyor yazar. “Servi Göl- gesi” öyküsünde yazdığı şu cümle yaza- rın tavrını belki de özetliyor: “Hayat eksilerek devam ediyormuş.”

İs Odası’nın öykülerine baştan sona bakıldığında yazara has bir bütünlük gö- rülüyor. Sanki parçalanmış bir vazoyu birleştiriyor yazar. Her parçayı birleştirirken derdi, izler hiç belli olmayacak gibi yapış- tırmak değil, vazonun kırılan yerlerinden de öyküler çıkarmak ve en sonunda bü- tüne ulaşmak... Ayrı ayrı zamanlarda ya- zılmış ama birbirinin peşi sıra sayfalara yerleştirilmiş öyküler söz konusu değil. Hepsinde zıt duyguları, hisleri yan yana koymayı başarıyor yazar. Tıpkı sırılsıklam terlerken birkaç dakika sonra soğuktan tir tir titremek gibi. Belki de Doğan Yarıcı’nın öykülerinin önemi burada saklı. Okurunu zıtlıklar içine bırakırken ona hareket ala- nı da sağlayan bir yazar Yarıcı. Öykünün herhangi bir yerinde yahut sonunda sırtı- nı okura dönüp gidiyor. Ama belli ki oku- runa güveniyor. Yazarın bıraktığı yerde okurun nasıl vakit geçirdiği ise tamamen okura kalmış. Bu paha biçilmez özgürlük İs Odası’ndaki öykülerin yazarını okuruyla kol kola bir yürüyüşe çıkarıyor aslında. Bu yönüyle sayfaları peşi sıra çevirdiğimiz değil, kendimizi öykünün, edebiyatın oyununa bıraktığımız bir süreç başlıyor.

İs Odası’nın ikinci bölümü olan Âli’ye Konuşmalar’a da mutlaka bir parantez açmak lazım. Bu bölümde diyaloglardan oluşan öyküler var. Başlıklarıyla hemhal olan öykülerin felsefeye meyil eden bir yapısı var. Din, yaşam, ölüm gibi konuları güncelle birleştirerek anlatıyor Yarıcı. Bu öyküler minimal öyküler. Minimal demiş- ken Yarıcı’nın tüm öykülerinde minima- list bir dil kullanmadığının altını çizeyim. Yarıcı’nın dille kurduğu ilişki onun metin- lerini ve yazarı nitelikli edebiyatın daima içinde tutuyor.

Rafine öykülerden oluşmuş bu kitabın yazısını, yazarının zekâsını en iyi anlatan cümlesine kardeş bir cümleyle bitirmek en güzeli: Doğan, saf çocuk. Kim çalmak ister ki bir lunaparkı.

 

 

Üçü bir yerde.

Çağlayan Çevik / Hürriyet
2 Kasım 2014

Bugün, "çağdaş Türk öykücülüğünün önemli yazarları" diye başlayan bir cümle kurduğumuzda aklınıza gelen isimleri bir kenara yazın. Az çok kimleri sayacağınız tahmin edilebilir. Oraya Doğan Yarıcı adını yazmadığınız da az çok bilinebilir. Emin olun, bundan birkaç yıl sonra bu listeyi onun adı olmadan yapamayacaksınız. Olur da yaparsanız, eksik kalacaktır. Doğan Yarıcı, bugünden o listeye dahil edilmesi gereken bir öykücü. Bunu 'üçü bir yerde' diye adlandırabileceğimiz öykü kitapları toplamı 'Kav'daki öyküleri okuduğunuzda siz de göreceksiniz. Sene içinde yayımlanan 'İs Odası' adlı iyi öykülerin işaretini yıllar öncesinde kaleme aldığı, 'Evlâ', 'Kemik' ve 'Gece Kelebekleri'nde vermiş bir isim Doğan Yarıcı. Zaten ikinci kitabı 'Kemik'te aldığı ödül bunun bir ispatı. Çoğunlukla kısa, hatta çok kısa öyküler var burada. Bir 'an'ın anlatımları. Hatta o anların da içinden bir an'ı anlatıyor. 'Kav'ı aslında Doğan Yarıcı'nın öykü kilitlerini açan bir anahtar olarak okumalı. Eşik, kilit, tezgâhtar, ayakkabı, firkete gibi unsurların onun öyküsünde nasıl önemli metaforlar haline geldiğini, her kelimeyi belki de binlerce kere nasıl yoğurup son şeklini verdiğini, minimal öykünün ne olduğunu göreceksiniz. 'Kav' iyi bir öykücünün iyi ilk öykülerini bir araya getiriyor.



Sözcüklerin kaleydeskopu:
İs Odası

Şenay Eroğlu Aksoy / Notos Öykü
Haziran-Temmuz 2014

Satır arasında mesele edilen, o güne dek bilmekten yorgun düştüğünüz keder yüklü insanlık halleri de olsa, iyi kitaplar kucağınıza bırakılan kaleydeskoplar.

Belli, sezdirmekte usta bir yazar var karşımızda, doğrudan anlatmaktan hoşlanmayan, yarattığı dili usulca, sapasağlam ören, boşluklar bırakarak okuru çağıran, kahramanlarını bazen bir lunaparkta, bazen küçük bir kasabada, bazen de İstanbul sokaklarında gezdirirken neşeli, kederli öyküler kuran... Bugünde duran sancılı bir ânın derinlerini sözcüklerle işaret etmek isteyen, bunu da rahatlıkla başaran bir yazar.

Doğan Yarıcı'nın yeni öykü kitabı 'İs Odası' iki bölümden oluşuyor. "Âli'yle Konuşmalar" adı verilen ikinci bölümde kısacıklar yer alırken, ilk bölümde on sekiz öykü var. Kitabın açılış öyküsü Umami'de endoskopi masasından çocukluğun uzun, karanlık koridoruna uzanır anlatıcı. Üniversite hastanesinde, kadavraların yatırıldığı morgun yanındaki mutfakta çalışan babasına ulaşmak için aşmak zorunda olduğu, çocuk aklını ölüm korkusuyla dolduran bir koridor bu. Ona göre "kara, uzun, upuzun, onu içine çekecek bir hortum gibi korkunç" bir koridor. Neyse ki gözü kapalı geçilmesi gereken karanlığın sonunda güzel şeyler bekler anlatıcımızı. Ölüm ürpertisini her adımda hissettiren loş koridor geçildikten sonra onu sevgiyle bağrına basacak bir baba, keyifle önüne konan yemekler vardır. Çocuk aklıyla ölümden kaçmayı başardığı yolun sonuna varmasıyla hak edeceği yemekler. İşte bu yüzden karnıyarık ölümü anımsatır ona. Endoskopi masasında, içine gönderilecek hortuma bakarken de aynı yakıcı korku vardır anlatıcımızın içinde ve o yakıcı korkunun ondan koparıp aldıkları; annesi, babası, teyzeleri, dayıları ve çocukluk. Yaşlanmış, kamburu çıkmış bir yetişkin olarak yattığı masada çocukluğu da ölümün ondan aldıklarına eklemiş olması, ince bir sızı düşürür okurun içine.

Bir cümle, bir nefes yazılmış sanki öyküler. Yazmanın her şeyden çok emek olduğu, özenle örüntülenmiş dilden anlaşılıyor. Öykünün asıl meselesini bir okuyuşta anlayıp çıkarmak da zor.



Derya dünyalara küçük barajlar.

Baran Çağsu / Cumhuriyet Kitap Eki
22 Mayıs 2014

Doğan Yarıcı, yeni öyküleriyle okuyucu karşısında: "İs Odası". Bu yeni öykülerinde yazar, küçük bir dokunuşla denizlere dönüşecek dünyaları, kendi kurduğu barajlarla dizginleyerek sunuyor.

İs Odası, verimlerine 1993'te başlayan Doğan Yarıcı'nın dördüncü öykü kitabı. İs Odası'ndan önce ise Evlâ, Yaşar Nabi Nayır Ödülü'nü kazandığı Kemik ve Gece Kelebekleri kitapları geliyor.

Romanları da yayımlandı Yarıcı'nın ama öyküleri her zaman ayrı bir yerde benim için. Doğan Yarıcı öykülerini bambaşka bir paralelden yazıyor adeta. Öykülerindeki dili, dünyası ve zaman zaman yakaladığımız farklı biçim arayışlarıyla yazınımızın önemli öykücülerinden biri. Belki de öykünün genlerinden gelen akışa kendini daha rahat bıraktığından mıdır bilinmez ama Doğan Yarıcı öyküleri gerçekten dikkate almaya değer dünyalar sunuyor bize. Bu doğal akışta ise arayışın, daralmanın, daralarak çoğalmanın yollarını arıyor sürekli. Küçümen dünyalardan geniş ufuklar yaratmanın derdine düşüyor.

Öykü toplamlarını artık on yılda bir sunması da bu arayışın sonucu mu peki? Yanıt, Doğan Yarıcı'nın kendisinde ancak buradan şunu söyleyebiliriz rahatlıkla: Öyküler demini aldıkça çok daha tıkız bir hale geliyor tıpkı İs Odası'nda olduğu gibi ve yine İs Odası'ndaki gibi öyküler okumak, nitelikli edebiyat peşinde koşan okuyuculara her zaman kısmet olmuyor.

İs Odası'nda incelikli işlenmiş bir evrene davet ediyor Doğan Yarıcı bizi. Gerek dili gerekse dünyasıyla üzerine kafa yorulduğu, evrilip çevrildiği, taşların yerine oturması için çaba sarf edildiği çok belli öyküler bunlar. Başından sonuna özgünlüğü için kafa yorulmuş, farklılığı için türlü hamur yoğrulmuş ve sonunda karşımıza bir taş çeksen yıkılır bir yapı ortaya çıkmış.

Doğan Yarıcı'nın bir şiir geçmişinin de olduğunu unutmadan söylemekte yarar var. Öykülerdeki bu sağlam, yerinden kımıldamaz yapının, bu ilişkiyle de açıklanabilecek yanları vardır muhakkak ama İs Odası, yazının başında da geçtiği gibi, öykünün has genlerinden doğmuş bir toplam. Tam da bu nedenle şiir kadar sağlam, roman kadar derinlikli ve öykü gibi öyküleri okuyoruz bu kitapta.

Öyle öyküler var ki Yarıcı'nın bu kitabında, konunun ucunu biraz bıraksa yazar, romana kayacak denli zaptedilmez niteliklerde. Öyküler hikâyeleri, hikâyeler de başka başka hikâyeleri doğurup karşımıza farklı şekillere bürünerek gelecek gibi sanki. Öylesine güçlü damara sahip konu ve kahramanlar üzerine şekillendiriyor dünyalarını Doğan Yarıcı. Ancak öykü yazmak istediğinin bilincinde ve küçük bir dokunuşla denizlere dönüşecek dünyaları, kendi kurduğu barajlarla dizginleyerek bize sunuyor. Bu bağlamda "dar zamanlar"ın dünyalarını kuruyor diyebiliriz Doğan Yarıcı için.

Aslında "kurmak" ne kadar doğru onun öyküsünü anlatmada bilmem çünkü daha çok dünyadaki dağılmış parçalardan birinin anlık yansımasını anlatıyor bize. Büyü de tam burada başlıyor işte. Bu ânın genişlemesinde... Sonrası ise okur, yazar ve dünyalar arasındaki ilişkinin harmanına kalıyor.

Tüm bu anlatılanlardan ve alışageldiğimiz öykülerden çok başka bir yolda giden ikinci bölümü var bir de kitabın: "Âli'yle Konuşmalar". Yukarıda anlatılanlara tek uyan noktası, anlar sadece. Onlar da biraz daha daralıyor burada. Bir fragman diyebiliriz Yarıcı'nın ikinci bölümdeki öykülerine. Okuyucusuna daha fazla pay bırakan, hatta öykünün ucunu verip gerisini okur zihnine yollayan yapıda öyküler bunlar.

Birkaç cümleden oluşan diyaloglar çoğunlukla bu öyküler ama kimilerinde zekâ fırtınaları estiriyor, kimilerinde ironiyi cilalayıp tekrar önümüze koyuyor, kimilerinde ise sopayı aba altından değil burnumuzun dibinden gösteriyor Doğan Yarıcı ama her ne yaparsa yapsın vuruculuğun peşine düşüyor burada. Bazen bu vuruculuğu yakalamak adına aforizmalar da savuruyor, bir şiire mısra olabilecek denli kuvvetli kelimeler de dökülüyor kaleminden yazarın ama bunların hepsini bir öykü evreni yaratmak için yaptığını unutmuyor.

Doğan Yarıcı'nın ucunu açık bıraktığı bir evren ikinci bölümdeki öyküler. Tamamlanması için de her zaman iyi edebiyat peşinde olan öykü okurlarına ihtiyaç var elbette.

Üstelik her zihinde farklı bir öykü evreni yaratabilecek niteliğe sahip hepsi...



is odası doğan yarıcı

Su terazisiyle yazılmış...

Çağlayan Çevik / Hürriyet Keyif Kitap
13 Nisan 2014

Yine sonda söylenecek cümleyi, en başta söyleyeceğim: Kalemle veya daktiloyla, kâğıt üzerine yazılmış öyküler okumayacaksınız 'İs Odası’nda. Su terazisiyle yazılmış, kocaman bir mermer bloku incecik boncuk iğnesiyle yontarak ortaya çıkmış öyküler toplamı çünkü.

Hiç abartmıyorum, çünkü Doğan Yarıcı’nın öykülerinde karşımıza çıkan 'an’lar tam da böyle yazılabilirmiş, dedirtiyor insana. Bir kelimeyi çıkarın içinden, en basit bağlacı veya sıfatı çekin öyküden, yıkılır her şey! Ola ki bir iki ekleme yapayım deseniz, öyküdeki 'an’, o 'an’ olmaz artık...

Ferit Edgü, Bilge Karasu, Necati Tosuner, Leylâ Erbil, Hulki Aktunç, Vüs’at O. Bener gibi metinlerini kazıyarak yazan ve satır aralarında gizli bir dünya barındıran ustalara kolaylıkla eklenebilecek bir isim Doğan Yarıcı. Haliyle okuruna çok şey yüklüyor…

Bir hastanenin koridorlarından içeri buyur ediyor Yarıcı, sonra lunaparklara, eski konaklara, tuhafiyeci dükkânlarına ve daha nerelere götürmüyor ki!

Kitabın ikinci bölümü ise, 'minimal öykü’ye yeni bir karşılık, biçim getiriyor... Her biri diyaloglarla ilerleyen ama üstümüze dağ gibi bir arkaplan yükleyen diyaloglar!

Yılın en iyi öykü kitaplarından biri...


 

 

 

 

 

 

"Sadri Alışık roman için bir
anlatıcıdan çok daha fazlası. 
Sanatçının ruhu, ironisi ve
içten içe yürüyen hüznü
yazarın kalemine de,
romanına biçmek istediği
kaftana da fazlasıyla yansımış."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Yazardan öte bir rol
üstlenmiş Yarıcı romanda. 
Yönetmen koltuğuna da
oturuyor aynı zamanda. Böylelikle de Yeşilçam filmi 
tadında, bunun yanında
modern yazı anlayışını da olabildiğince kullanmaya çalışan
bir roman haline geliyor
Her Aşk Gibi Yarım.
"

 

 

 

 

 

 

"Her Aşk Gibi Yarım’da
edebiyatın tüm ana
damarlarından beslenen
bir dil kendini hissettiriyor.
"

Tutku ve tutkal.

Eray Ak / Cumhuriyet Kitap
18 Temmuz 2013

Doğan Yarıcı'nın sinemasallığa yaklaşan incelikle işlediği dili ve Yeşilçam'a selam çakan duruşuyla kaleme aldığı yeniromanı Her Aşk Gibi Yarım okuyucu karşısında. Yarıcı, yazardan öte bir rol üstlenerek yönetmen koltuğuna da oturuyor bu romanında ve siyah-beyaz aktörleri modern romanın olanaklarını kullanarak sayfalara taşıyor.

Doğan Yarıcı adını 1993’te öykü kitabıyla duyduk ilkin: Evlâ. Sonrasında ise 1994 Yaşar Nabi Nayır GençlikÖdülü Birincisi Kemik geldi. 1995’te yönünü şiire çevirse de yazar, uzunsayılabilecek bir aradan sonra Gece Kelebekleri ile tekrar öyküye döndü. Ardından da roman verimleri gelmeye başladı. Yazarın Kıyıda ve O Boşluk romanları, has edebiyat meraklılarının ve edebiyatı arayanların dikkatini çekmişti. O Boşluk’tan yaklaşık bir yıl sonra da Her Aşk GibiYarım’la tekrar okuyucu karşısına çıktı Doğan Yarıcı.

Yarıcı’nın yeni romanı Her Aşk Gibi Yarım ancak Yeşilçam filmlerinderastlayabileceğimiz “duygusal özgünlükte” bir hikâye. Aynı şekilde kahramanları da bu duygusal özgünlüğe katılabilecek, katkı sunabilecek karakterlerden seçilmiş. Yazarın bu uğurda çalışacağını anlamak daha anlatıcı seçiminden belli etmeye başlıyor kendini. Romanın anlatıcısı kim mi? Buyrun…
“Bakalım bu kibar görünüşlü beyefendi kim, yaklaşalım ve kulağımızı açalım. İnce bıyıklı, briyantinli saçlı, orta yaşa dayanmış, sandalyelerden birine ilişmiş de konuşan bu kibar bey… evet… sanırım anladınız… benim efendim. Bendeniz hikâyenin anlatıcısı; yeri geldiğinde teşrifatçı, moral verici, yol gösterici. Filmin içinde oradan oraya gezinen, geriden figüranlık da yapan, gerektiğinde araya girip dırdır eden kulunuz. (…) Sadri Alışık…”

Artist geçidi

Sadri Alışık yazar tarafından okuyucuya böyle tanıtılıyor ama Alışık, romanın ilerleyen sayfalarında da rahatlıkla görebilceğimiz gibi hem yazar hem hikâye için çok daha fazlası. Bir meddah rolü biçmiş Yarıcı romanında Alışık’a ama sanatçının “karakterini” de bir kenara bırakmamış bunu yaparken. Yeri geldiğinde hınzır bir çocuk gibişımarıklığını yapıyor bu anlatıcı. Kimi zaman da Alışık’ın ünlü Ofsayt Osman filmindeki yine ünlü repliği “Bu da mı gol değil hakim bey?”i tekrardan dillendirircesine yüreklere hüznü iki cümleyle de olsa yekten serpiveriyor. Bakmayın siz Yarıcı’nın Sadri Alışık’ı “moral verici” olarak teşrif etmesine, yeri geliyor fırçasını da atıyor yazara. İşte bu yüzden Sadri Alışık roman için bir anlatıcıdan çok daha fazlası. Sanatçının ruhu, ironisi ve içten içe yürüyen hüznü yazarın kalemine de, romanına biçmek istediği kaftana da fazlasıyla yansımış.

Bunun yanında romanın içinde dolaşan insanlar da bu sinema metaforunun ince ruhunda doğmuş zaten. Her kahraman, bir sinema emekçisinin ruhunda can bulmuş. Kimler yok ki bu karnavalda: Gürdal ve Necdet Tosun, Neriman Köksal, Aliye Rona, Kadir Savun, Danyal Topatan, Reha Yurdakul, Mualla Sürer, Fatoş Sezer, Adile Naşit, Muzaffer Tema, Hulusi Kentmen, Ekrem Dümer, Suphi Kaner, Vahş Öz, İhsan Yüce, Altan Erbulak, Cahide Sonku, Lefteri Stamadyadis, Sami Avni Özer, Kenan Pars, Renan Fosforluoğlu, Suna Pekuysa, Yılmaz Güney, Ömer Lütfi Akad… Bu kısacık yazıya çok gelecek daha birçok isimle beraber bu nostaljik atmosferin içeriğini besliyor.

Yazarın romanı için kurduğu kaderi hangi kelimeyle adlandırmak gerektiği ise Her Aşk Gibi Yarım’ın dünyasını hem anlamlandırabilmek hem de yorumlayabilmek adına önemli. Bu da “yazmak”tan öte yine bir film deyimiyle, “çekmek”le açıklanabilir ancak. Yazardan öte bir rol üstlenmiş Yarıcı romanda. Yönetmen koltuğuna da oturuyor aynızamanda. Böylelikle de Yeşilçam filmi tadında, bunun yanında modern yazı anlayışını da olabildiğince kullanmaya çalışan bir roman haline geliyor Her Aşk Gibi Yarım.

“Çarşamba günleri halk günüdür!”

Hikâye 1940’ların İstanbulu’nda, “İstanbul’dan da İstanbul’a da çok uzak” bir kasabada, Beykoz’da açılıyor bize. Dar gelirli ama dar görüşlü olmayan insanların yaşadığı, o yılların fonlarının yazar tarafından çok nitelikli biçimde kullanıldığı bir Beykoz bu. Bir de İkinci Dünya Savaşı’nın Karadeniz tarafından yavaştan içine sızmaya başladığı bir Beykoz… İkinci Dünya Savaşı dediğimiz zaman ister istemez dönemin siyasi atmosferi de giriyor bu Beykoz’un içine: Tek parti hükümeti, dikenüstündeki pimpirik yöneticiler, ağızlarının içine bakılan insanlar ve “tarafsız” gibi görünse de savaşa çalışan fabrikalar… Yazarın anlatmak istediği asıl hikâye de bu tarafsız gibi görünen fabrikalardan birinde başlıyor.
Söz konusu fabrika Beykoz Kundura Fabrikası, tek parti hükümetinin bu “tarafsız” tutumu çerçevesinde Alman ordusuna ayakkabı üretmektedir. Fabrikanın başında da otuzlu yaşlarında, idealist, kültürlü ve duygusal -yani tam bir cumhuriyet çocuğu olan- Orhan Bey bulunmaktadır. Ancak ayakkabı üretebilmek için çok önemli bir maddenin yokluğu çekilmektedir: Tutkal. Bu sorun ise “üstün Alman teknolojisi” sayesinde aşılacaktır. Sinema filmlerinin bobinleri eritilerek tutkal elde edilecek, Alman ordusu da botlarına kavuşacaktır. Ayakkabı üretmek için fabrikaya yığın yığın film bobinleri getirilir. Ancak bu “tutkal tutkusu” bir başka tutkunun da fitilini ateşleyecektir: Sinema!
Bu film bobinleri arasında kalan fabrika müdürü Orhan Bey, bir yandan aklındaki tutkal fikriyle uğraşırken bir yandan da filmlere göz atmaya başlar. Göz attıkça da orada yaratılan bambaşka dünyanın akışına kendini kaptırır. Filmlerin beyaz perdeye nasıl yansıtıldığını öğrenmenin ve elden düşme bir prjeksiyon makinesi bulabilmenin peşine düşer. Bulur da! Bundan sonra da fabrikada film gösterimleri başlar. Sonrasında ise bu olay yayılarak halk gösterimine dönüşür. Çarşamba günleri tüm halk film izlemek için fabrikada toplanır.

“Hayal Hanım”

Romanın atmosferi bu noktadan sonra daha da genişlemeye ve Yeşilçam hüznü diye bir şey varsa eğer yine bu noktadan sonra romanın kimliğine oturmaya başlıyor. Yine Yeşilçam filmlerine özgü bir aşk da romanı çepeçevre sarıveriyor. “Hayal de olsa bir insanı sevmek… Ona ulaşamasa da yaşadığını düşünmek… Olmayan bir şeyin olamadan ölmesi… Hayal olan bir hayalin sona ermesi…” Orhan Bey’in filmlerinden görüp vurulduğu Hayal Hanım adeta başka bir cisimde karşısına çıkıyor.
Bunun yanında dönemin yaşayışına ve insan algısına dair de önemli kareler görüyoruz romanda. En önemlisi de İkinci Dünya Savaşı için bir Alman yüzbaşısına söylenen şu sözler: “Bak, şu köşede İstanbullu bir Ermeni aile var, masayı birleştirip oturduklarıysa Kafkaslar’dan göç etmiş Türk vatandaşlar. Şuradakiler Rum Balıkçılar, yanlarındaki kalabalık masada ise Musevi, Ortodoks, Süryani ve Müslüman var. Bu bahçede bir arada oturmuş Laz, Çerkes, Tatar, Boşnak, Gürcü, Avşar, Pomak da var. Sen tanır, bilir misin Kürt kimdir? Öğren, işte onlardan da var. Bak, bir arada yaşıyorlar, kin yok, garez yok, azsın çoksun yok, aralarına giren yok. Şuncacık kasaba beceriyor da, koca dünya beceremiyor mu; sizin harbiniz kimlere evlat?” Bugün de ihtiyacımız yok mu bunları söyleyen insanlara?


Tüm her şeyi bir kenara bırakıp yazarın romanını kurduğu dile de bir paragraf açmak gerekir diye düşünüyorum. Doğan Yarıcı’nın önceki kitaplarından da tanıdık olduğmuz dil anlayışı, Her Aşk Gibi Yarım’da kendini biraz daha öne atarak belirgin hale gelmiş ve oturaklı haliyle gerçek kimliğini bulmuş. Hikâyesini ezmeyen, dengeli boşluklarıyla öyküye yaklaşsa da roman yapısını boşluğa uğratmayan bir kalemi var Yarıcı’nın. Bu kalem de daha çok sinema metaforuyla örtüşüyor. Yazının başında da geçtiği gibi şiirden de geçmiş yazarın durağı. Bu doğrultuda, Her Aşk Gibi Yarım’da edebiyatın tüm ana damarlarından beslenen bir dil kendini hissettiriyor.


 

 

"Önce belirtelim;
Her Aşk Gibi Yarım
bildiğimiz roman
formlarının dışında
bir anlatıma sahip.
"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Türkiye edebiyatına ve
sinemasına bir armağan
aslında Doğan Yarıcı’nın
bu film gibi romanı.
Çok tatlı akıp giden
bir dili var. Hikâye çok
ilginç ve tüm taşlar
yerli yerinde."

Yarıcı'dan film gibi bir roman.

Lal Mina Solmaz / Taraf
15 Haziran 2013

Doğan Yarıcı’nın yeni romanı “Her Aşk Gibi Yarım”ın anlatıcısı Sadri Alışık. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu romanda sadece Alışık değil, yüzlerine aşina olduğumuz pek çok Yeşilçam ünlüsü arz-ı endam ediyor... 

Cahide Sonku, Neriman Köksal, Erol Taş, Önder Somer, Kenan Pars, Hüseyin Baradan, Yıldırım Önal, Nubar Terziyan, Salih Tozan, Hayati Hamzaoğlu, Aliye Rona, Gülistan Güzey, Fatoş Sezer, Vahi Öz, Altan Erbulak ve nice Yeşilçam emekçisi... Ve tabii Sadri Alışık. Hepsi burada. 1940’ların Beykoz’unda... İlk önce Anlatıcı’ya, yani Sadri Alışık’a kulak verelim:

“İnce bıyıklı, briyantinli saçlı, orta yaşa dayanmış, sandalyelerden birine ilişmiş de konuşan bu kibar bey... evet... sanırım anladınız... benim efendim. Bendeniz hikâyenin anlatıcısı; yeri geldiğinde teşrifatçı, moral verici, yol gösterici. Filmin içinde oradan oraya gezinen, geriden figüranlık da yapan, gerektiğinde araya girip dırdır eden kulunuz. İyicene yaklaşalım, bir vesikalık boyu sokulalım da ne diyorum bakalım. Ön jenerik yazılarımızı da bu esnada tamamlamış olalım (...) Efendim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz... İstanbul’da fakat İstanbul’dan da İstanbul’a da çok uzak, bu kasabada, Beykoz’da ortalıktan ve kılık kıyafetimizden de anlayacağınız üzre kırklı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın büyük yokluk zamanlarında geçen, gerçeğe dayalı bir hikâyedir bu.”

Film şeritlerinden postallara...

Önce belirtelim; Her Aşk Gibi Yarım bildiğimiz roman formlarının dışında bir anlatıma sahip. Doğan Yarıcı şahane bir dil yakalamış; roman yazmamış bir film çekmiş resmen. Kitap Orhan Sunder’e adanmış. Hikayenin gerçek sahibi. Kendisi Beykoz Kundura Fabrikası’nda 1950’lerde müdürlük yapmış. Bir gün İdare’den koltuğunun altında teneke bir kutuyla gelen başka bir emir kuluyla hayatı değişir; Ülke zor bir dönemeçteydi malum, bir şeyler yapılması gerekiyordu. Deri, işçi tabakhane kimyasalları bulunabiliyordu, fakat tutkal, Orhan Bey’in de bildiği gibi içinde olduğumuz ortamda bulunması imkânsız bir hammaddeydi (...) Bundan böyle, bu teneke kutunun içindekilerden elde edilecekti tutkal (...) sonuç başarılı olursa, ki bundan şüphe yoktu, gece gündüz tam kapasite çalışarak yalnızca asker postalı üretmeye başlayacaklardı.” Evet, bu postallar Alman ordusuna gidecekti. Peki o idareden gelen koltuğunun altındaki tenekede, yani tutkalın elde edileceği hammadde ne sizce?

Sinema filmleri... Yüzlerce film şeridi, bobin... Hepsi yakılarak, eritilerek tutkal yapılacaktır... Fakat kendini suçlu gibi hisseden Orhan Bey filmleri eritmeden önce son bir kez göstermek ister. Yapar da... Hem de öyle bir yapar ki, Beykoz’da resmen bir sinema festivali başlamıştır, hem de yazlık sinema havasında...

Rüzgar Gibi Geçti, Gazap Üzümleri, Büyük Diktatör... “Az da olsa İstanbul’dan gelen filmlerdeyse, ünlerini bildikleri fakat şimdiye dek hiç seyretmedikleri Ferdi Tayfur, Bedia Muhavvit, Naşit Özcan, Semiha Berksoy, Ahmet Fehim, Feriha Tevfik, Talat Artemel, Neyyire Neyir, Hazım Körmükçü ve elbette acayip komik, Dümbüllü giriyordu hayatlarına ve daha kimler, neler neler...” Beykoz halkı sinemayla, tarihle, savaşla, aşkla yeniden tanışmıştır. Orhan Bey’in hayatına da Hayal Hanım girmiştir ki kendisi Cahide Sonku’dan başkası değildir. Yeni bir hayat başlar ve olay gelişir. Evet, olaylar gelişir ama romanın - ya da filmin de diyebilirimbüyüsünü bozmak, okur merakınızı ve iştahınızı kaçırmak istemem.

Naif ve gönülden bir roman...

Türkiye edebiyatına ve sinemasına bir armağan aslında Doğan Yarıcı’nın bu film gibi romanı. Çok tatlı akıp giden bir dili var. Hikâye çok ilginç ve tüm taşlar yerli yerinde. Gönül gözüyle yazmış sanki her bir cümleyi. Naif ve temiz bir dil. Dönemin Beykoz’unu gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Ve işçileri, Dalyan çay bahçesinde oturanları, Meyhaneci Şadi’yi, balıkçıları, berduşları... Mis gibi demli çayın kokusu burnunuza geliyor ve sinemanın ışığı ve karanlığı da... Sadece roman değil; film gibi roman Her Aşk Gibi Yarım...


 

 

 

"Doğan Yarıcı'nın önceki
romanlarını okuyanlara
şaşırtıcı gelecek bir mutluluk
tablosu içindeyiz.
Ama yanılmayınız.
Her zamanki gibi kırılgan bir
cennettir Yarıcı’nın çizdiği."

 

 

 

 

"Romanın hikâyesinden,
yani ne anlattığından başladım.
Oysa neden ve nasıl anlattığı
daha önemli."

 

 

 

"Yarıcı, işte bu kalıplarla oynuyor.
Kalıpları tersyüz ederek basit bir
hikâyeye derinlik kazandırıyor.
Dili ve kurgusu hem yalın hem

çok katmanlı."

 

Hayatımız melodram.

Ömer A.Türkeş / Radikal Kitap
5 Haziran 2013

Romanda görünen bütün kişi ve karakterler sinema tarihinin unutulmaz oyuncularıyla eşleştirilmiş. Kimler rol alıyor bu romanda? Jönler de var, bir zamanların yürek yakan vampları da, âşık olup ‘evlenilecek’ kadınları da!..

Doğan Yarıcı yeni romanı Her Aşk Gibi Yarım’da Yeşilçam’ın melodramlarına özgü bir hikâye anlatıyor. Benzetme anlamında söylemiyorum; Yarıcı bilerek, sevgiyle, küçük büyük herkesi çocuklaştıran, gözyaşlarına boğan o filmlere selam olsun diye kullanmış melodram kalıplarını. Kamerasını 1940’lı yılların Beykoz’una, deniz kenarındaki çayırın ortasına yerleştirip bir meddah girişiyle başlıyor anlatmaya; “İnce bıyıklı, briyantinli saçlı, orta yaşa dayanmış, sandalyelerden birine ilişmiş de konuşan bu kibar bey... evet... sanırım anladınız... benim efendim. Bendeniz hikâyenin anlatıcısı; yeri geldiğinde teşrifatçı, moral verici, yol gösterici. Filmin içinde oradan oraya gezinen, geriden figüranlık da yapan, gerektiğinde araya girip dırdır eden kulunuz. İyicene yaklaşalım, bir vesikalık boyu sokulalım da ne diyorum bakalım. Ön jenerik yazılarımızı da bu esnada tamamlamış olalım.... Anlatıcı (Sadri Alışık)” ...

Sadece Sadri Alışık değil, romanda görünen bütün kişi ve karakterler sinema tarihinin unutulmaz oyuncularıyla eşleştirilmiş. 

Kimler mi oynuyor bu romanda? Bir zamanların yürek yakan vampları da var, âşık olup “evlenilecek” kadınları da!.. Yakışıklı jönler, çirkin ama yüreği temiz bıçkınlar, “kötü”lüğü bir kader gibi üzerinde taşıyanlar, seyircilerin sevgilisi komedyenler, anne/baba/doktor/polis/bekçi tiplemelerinin klişeleşmiş isimler ve boğaz tokluğuna filmden filme dolaşan geniş bir “figürasyon” kadrosu… Muzaffer Tema, Gülistan Güzey, Cahide Sonku, Neriman Köksal, Önder Somer, Kenan Pars, Hüseyin Baradan, Yıldırım Önal, Fatoş Sezer, Vahi Öz, Altan Erbulak, Necdet Tosun, Nubar Terziyan, Salih Tozan, Hayati Hamzaoğlu, Aliye Rona, Kadir Savun, Danyel Topatan, Mualla Sürer,  Tugay Toksöz, Adile Naşit, Suphi Kaner, Cevat Kurtuluş, Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş ve adını sayamadığım da nice ünlü sanatçı ya da kadri kıymeti bilinmemiş Yeşilçam emekçisi... 

Doğan Yarıcı kurmacanın imkanlarından yararlanarak, bir araya gelmesi imkânsız muhteşem bir oyuncu kadrosuyla “çekmiş” bu hüzünlü hikâyeyi.

1940’ların Beykoz’u; İstanbul’a çok yakın ve çok uzak, dar gelirli insanların yaşadığı sakin bir kasaba. İnsanlar dar gelirli ama geliri olanların da daraldıkları zamanlar. II. Dünya Savaşı Karadeniz’den Boğazlara sızmak üzere. Tek Parti hükümeti Almanlardan yana “tarafsız”. Bu “tarafsız” politika gereği devlet işletmesi Beykoz Kundura Fabrikası’na önemli bir görev düşüyor; Alman ordusuna postal üretmek. Savaş nedeniyle tutkal bulmak neredeyse imkânsız ama Almanlar sorunu çözecek yeni bir yöntem keşfetmişler; sinema filmlerini eriterek elde edecekler hammaddeyi. Kazanlar kuruluyor, bobin bobin eski film yığılıyor Beykoz’daki fabrikaya. Fabrikanın müdürlüğüne ise genç bir mühendis tayin edilmiş o sıralar. Otuzlu yaşlarını süren Orhan Bey tam bir cumhuriyet çocuğu. Dürüst, idealist, kültürlü ufku geniş, Yeşilçam melodramlarının başrolündeki her Türk erkeği gibi hassas ve romantik!..

“Umutlar, hayaller, karşılıksız da olsa bütün aşklar eriyip giderken ellerinde”, önce izlediği filmlerin, sonra bir film şeridinde karşısına çıkan Hayal hanımın çekimine kapılacaktır Orhan. Onlara bağlanmıştır artık. Filmleri yakılmadan önce son bir kez gösterime sokmayı arzular. Elden düşme bir projekiyon makinesi bulduğunda, Beykoz koyuna bakan bu eski fabrikanın yemekhanesini haftada bir gün sinema salonuna çevirir.

Önce işçilerle başlar gösterimler, sonra işçi
ailelerine de açılır salon. 1940’lı yıllarda sinemanın halkta yarattığı heyecan kulaktan kulağa yayılınca bürokrasi ve yasaklar dikilecektir karşısına. Buna rağmen engeller aşılır, Beykoz çayırına bir çarşaf gerilir ve sinema mevsimi başlar. Başta kabuslarından filmler sayesinde kurtulan Küçük Ali olmak üzere çevresindeki bir grup sinema vurgunu insanla Beykoz halkına yeni bir kültür aşılamıştır Orhan. Ve tesadüf bu ya, bir gösterim esnasında Hayal hanım da çıkar karşısına.

Tıpkı hayat gibi...

Doğan Yarıcı’nın önceki romanlarını okuyanlara şaşırtıcı gelecek bir mutluluk tablosu içindeyiz. Ama yanılmayınız. Her zamanki gibi kırılgan bir cennettir Yarıcı’nın çizdiği. Yazar kötülüğün ama sıradan, hayatın içinden gelen, gelenekten ve kültürden beslenen bir kötülüğün her an yanı başımızda olduğunun farkında. Farkındalığı okuyucuya da hissettiriyor ve tedirgin bir atmosfer yaratıyor. Boş bir evham değil; film gösterimi yasaklanıp, halk son bir gösteri için Beykoz çayırına toplanırken kötü kader ağlarını sıkı sıkıya örüyor…

Romanın hikâyesinden, yani ne anlattığından başladım. Oysa neden ve nasıl anlattığı daha önemli. “Neden” derken romanın hikâyesini Doğan Yarıcı’nın yaşam hikâyesiyle ilişkilendirmeyi kast etmiyorum. Zaten yazarın doğum tarihi ile -1967- romanın 1940’larda geçen hikâyesi arasındaki zaman farkı böyle bir ilişkinin kurulmasına izin vermez. Ancak bir iki çakışan nokta var ki değinmeden geçmek istemem. Aşk ve Sair (1995) adlı şiir kitabı, Evlâ (1993),Kemik (1994) ve Gece Kelebekleri (2004) adlı öykü kitapları, Kıyıda (2007) ve O Boşluk (2012) romanlarıyla tanıdığımız Yarıcı da Beykoz doğumlu. Üstelik edebiyatın yanı sıra sinema ve televizyon alanında tanınan bir isim. Kısacası yazarın Beykoz sevgisi ile sinema tutkusu Her Aşk Gibi Yarım’da bir araya gelmiş, bir romana konu olmuş.

Sinemanın ve Beykoz’un tarihine ve o tarihin unutulmuş insanlarına nostalji dolu bir güzelleme var elbette. Yazının girişinde belirttiğim gibi melodram kalıpları da yerli yerli yerinde. Ama bunların bir roman haline gelmesini yazarın duygularına bağlamamak gerekir. Çelişki ve zıtlıkları abartıyla kullanan melodram türü Her Aşk Gibi Yarım’da Doğan Yarıcı’nın hikayeye yedirdiği meseleleri tartışmak için çok elverişli bir zemin sağlıyor. Evet kalıpları vardır melodramın; insanlar, duygular, aşklar, nefretler, iyiler, kötüler kesin çizgilerle ayrılmıştır birbirlerinden. Bu nedenle sıradan izleyici tarafından alımlanması ve izleyiciye tesir etmesi kolaydır. Yarıcı işte bu kalıplarla oynuyor. Kalıpları tersyüz ederek basit bir hikâyeye derinlik kazandırıyor. Dili ve kurgusu hem yalın hem çok katmanlı.

Roman kişilerinden ziyade sinema metaforu üzerine kurgulanmış Her Aşk Gibi Yarım. Savaş, ölüm, dehşet, tarih, siyaset, aşk, hayal, hayat, umut... Bütün bunların kesişme noktası oluyor sinema. Bunu en iyi anlayan Küçük Ali’dir. Son gösterimde onun farklı filmlerden kesip birbirine eklediği filmi izler seyirciler: Ne sonu ne başlangıcı, ne iyisi ne kötüsü ne de kahramanı olan bir filmdir bu; tıpkı hayatın kendisi gibi...



Sıradışı "O Boşluk"tan
dünyaya bakış.

Meral Afacan / Star Kitap
14 Mart 2013

O Boşluk'ta birbirinden bağımsız ama bağımlı şiirsel metinlerin gözkamaştırıcı bütünselliği okuru sarsıyor.

Satırlar insanı aniden şaşkına çevirirBazı kitaplar vardır böyle, kurgudan müteşekkil bir dünyaya bakarken buluruz kendimizi. Sayfalara eğilirsin, kulağını dayarsın. İnsana, gerçeğe, hayata, nasıl yaklaşacağını fısıldar adeta. Elinde barutla ateşe doğru yürüyen birine yordam öğretir. Kılavuz gibidir. Birtakım işaretleri derinlemesine irdelemeyi öğretir mesela.

“Şu an sen mi beni okuyorsun, ben mi seni?” demiş Doğan Yarıcı. “Gazetede gördüm, beni uyandıran gül dört nokta beş şiddetinde bir sarsıntı.” Birdenbire söz konusu bireye -okura-  yükleniyor. Damardan yakalıyor adeta. “Neyin okuruyum ben?” sorusunu çarçabuk zihnimden geçiriyorum. Varoluşun neresinde olduğumuza dair bir afallama durumu bu. 

“Mangal kömürü. Bir kez bütünüyle yandıktan sonra tekrar yanmanın olasılığı.”Aynı yanlışa tekrar düşer gibi “kömür” ve “yanmak” kelimeleriyle bizi sınıyor yazar.

“Teyzemi gördüm.”  diyor yazar. “Birazına tanığım, ömrünün çoğunu çarşaflar, nevresimler, yastık ve yorgan kılıfları, evlatları muntazam olsun diye harcamış.” Birbirine benzer teyzeleri imliyor.

Gitmek için nedenlerim var.

Tehlikeli bir cümle bizi iki şehrin arasına sıkıştırıyor. Yavaşça oluyor bu. Yolcu ne düşünüyor? Bunu asla bilemiyoruz. Belki tahmin yürütüyoruz. 

“Sürekli göç eden kuşlar, bugün günlerden ne? diye sormuyor.” İnsanın göçebesi, göçmen kuşlara karşı her zaman bin-sıfır önde diyor yazar aslında. 

“Trafik levhaları sürekli, çok azına uyumadım, hepsi doğuyu, doğruyu gösteriyordu.”  Yönü doğuya bakan birinin kaygısız olacağından emin.

Doğan Yarıcı öykü deneme şiirden sonra sıradışı bir roman ile karşımızda yky’den çıkan kitabıyla hacimli bir çalışmaya imza atmış. Modern mesneviyi anımsatıyor aslında. 

“Bir çift gördüm, tekti.” O kadar uyumlu ki bu çift, “beraber” açılıyor okura. “Bazı sorular, vitrinlerde. Biz bütün bu kitapları niye okuduk, bu müzikleri neden dinledik, bu filmler niçin yapıldı?”

Yazar bize bir şey önermiyor giderken. Okura güveniyor demek ki: “Önerebileceğim bir şey yok. Şöyle bir biçim, şu tür çözümler, en iyisi ve doğrusu budur diyebileceğim, kalanlar için. Ben gitmek istiyorum, dönmek zorunda kalana dek. Gitmek için nedenlerim var, dönmek için yok, şimdilik. Gerisini siz halledersiniz.”



 

"Anlatının belki de
en etkileyici yönü,
tarihler ve günler
arasında ortak nokta
belirgin değilken,
hatta her bölüm
kendi başına bir ifade
biçimi ve anlatı üzerine
kurulu iken, bir bütünlük
sağlanmış olması."

Bir yılın şiiri.

Asuman Kafaoğlu-Büke / Radikal Kitap
27 Nisan 2012

'O Boşluk' damağımızda romandan çok, bir felsefe metni tadı bırakıyor. Her satırın altını çizerek, her satırda durarak, hatta etrafınızdakilerle paylaşarak okuyabileceğiniz bir metin.

O Boşluk adlı yeni kitabında Doğan Yarıcı bir yılın duygu ve düşünce güncesini tutuyor. Kitabın ilk bölümü 010101, sondan bir önceki bölümü ise 311201 başlığını taşıyor. 2001 yılı boyunca tutulmuş kaybedişler öyküsü olarak okunabilecek bir metin çıkıyor ortaya. Doğan Yarıcı'nın metnine 'roman' demek doğru mu bilmiyorum. Klasik anlamda bir roman olmadığı kesin. Bir günlük şeklinde ama yapı olarak handiyse Ludwig Wittgenstein'in felsefi metinlerine daha yakın. Rakamlar günden çok düşünceleri ayırmak için kullanılmış. Kitabı okumaya başladıktan sonra ben önüme 2001 yılı takvimi açarak, her günü takip ederek okudum. 365 günün yaklaşık kırk günü hakkında metin girilmemiş, bunun dışında hemen her gün bir giriş yapılmış. Bazı günler sadece iki sözcük -"Ölmek gibi!"- diğer günlerde ise, çok ender olarak, kısa bir öykü. Girişlerin hepsi kısa aslında, hiçbiri bir sayfayı geçmiyor. Her gün için yeni bir sayfa açılıyor. Yeniden başlanıyor yaşanmaya.

Yarıcı'nın dili, ölümden bahsetmediğinde bile kaybetmeyi çağrıştırıyor. Anlatının belki de en etkileyici yönü, tarihler ve günler arasında ortak nokta belirgin değilken, hatta her bölüm kendi başına bir ifade biçimi ve anlatı üzerine kurulu iken, bir bütünlük sağlanmış olması. Ancak, bütünlüğün nereden kaynaklandığı hemen belli etmiyor kendini. Kaybetmek etrafında dönen ve hayatta kalmanın verdiği fazlalık olma duygusu belki. Bunu en çok, ölenlerin ardından yaşama devam ederken hisseder insan. Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden birinde (270301) şöyle anlatıyor bunu: "Bir yaşlı kadın, bana bir çift çetik ve kuşburnu marmeladı armağan eden. dedi ki, sana baktım, oğlumu gördüm. On yıl önce dağlarda ölmüş. Mezarı yokmuş. Bir tüfeğin kabzasında leş."

Ölmemiş olmanın yükü bazen bir suçluluk duygusu ile açıklanır psikoloji kitaplarında. Bazen de ölümü bu kadar yakınında hissetmek, yaşama bağlar insanı. Nitekim, aynı bölüm şöyle sürüyor: "Şimdi kim ondan daha iyi bilebilir değerini, gün batımında çırılçıplak denize girmenin? Kim sıcacık ekmeğin içinde eriyen tereyağının kokusunu onun kadar alabilir, çıtır dağılan tadını? Sevişmeyi, çok sevdiği kadınıyla, engelsiz, kendisiz, hiçbir şeysiz, yalnızca arzusuyla? Anasının eteğini, gölgesini? Kim ama kim şu gökyüzünü, bulutları sıra sıra, nefes almayı, rüzgârı onun kadar? Savaştan dönmüş, ölümden. Ölümler görmüş, sağ."

 

 

 

 

 

"Ayrıca O Boşluk,
bildik edebiyat
kuramlarıyla çözülecek
ya da anlatılacak
bir eser değil.
Şiirsel, yaralı bir metin.
Okurunda iz bırakan
bir metin."

 

 

 

 

"Ve insan ancak
yazınsal sınırları,
kuralları, grameri,
formatları kaldırırsa
böyle bir metnin
keyfine varabiliyor."

 

Zıtlık/uyum

Eser bu iki kaybetme duygusu ekseninde gelişiyor. Biri, kaybedince ağırlaşan, diğeri ise hafiflik duygusu veren kayıplar. Biri yaşamdan koparan, diğeri hayata sarılmayı gerektiren. Zaten metnin özünde bu ve buna benzer zıtlıklar yatıyor. Çelişki demek doğru mu bilemiyorum, yalnızlık/dostluk, ölüm/yaşam, çocukluk/olgunluk, aydınlık/karanlık vb., bir arada kullanılıyor. "Yalnızlığın en eğlenceli yanı, çevren hep kalabalık." "Her zevkin bir acı nedene dayandığı." gibi çelişik ifadeler. Yarıcı bu zıtlıklarla besliyor dilini. Onun gördüğü hayatın özünde tüm duygular zıtlıklarıyla birlikte varlar. Biri diğerini getiriyor. Aşkın ayrılığı getirdiği gibi. Hayatın ölümü getirdiği gibi.

Bazen bir romanı bitirirsiniz ve son sayfada hiç durmadan tekrar birinci sayfaya dönme ihtiyacı hissedersiniz. Romanın döngüsel bir yapısı olduğundan değil, metin kendi içinde öylesine boşluklar bırakmıştır ki, ancak ikinci okumayla biraz olsun dolabileceğini sanırsınız. Bunlar, okudukça çoğalan değil, okudukça eksilen metinlerdir. Burada eksilmeyi olumsuz anlamıyla değil, insanı bildiğinin azlığına şaşırtan anlamında kullanıyorum. O Boşluk soru soran bir metin. Örneğin, "Her baktığımızı görsek aklımızı kaçırırız." gibi bir önerme, soru şeklinde olmasa da, okuru durduran ve kendi doğrusunu bulmaya zorlayan bir cümle.

Tarihleri önemli kılan belki de gerçeklikle bağlantıları. Bu düşünceyi, kapaktaki "Kuklanın Çıktığı Salyangoz Sepet" başlıklı resmi yapan Mehmet Koyunoğlu (1956-2001) akla getiriyor. Zaten kitap sanatçıya ithaf edilmiş. Çok erken yaşta kaybettiğimiz Koyunoğlu'nun ölüm tarihi olan 5 Eylül (kitapta 050901 başlıklı bölüm) romanın da doruk noktasını oluşturuyor. Romanın dokuzuncu ayına gelmeden bir dostun üzerine bir ağıt olduğunu anlıyoruz fakat anlatı gerçek anlamda burada keskinleşiyor, sivriliyor. Soyutlamalar bu satırlarda çok gerçek yaşanmışlığa dönüşüyor. "Ne istersen yapıyorsun bedenine yaşıyorken, yapabiliyorsan. Ne isterlerse yapıyorlar bedenine öldüğünde, yapabiliyorlar." "Çok derin değil ama bitmiyor kürek kürek. Ne çok çıkmış, geri koyuyoruz ama bitmiyor. Doldurduğun kadarı artıyor, dışarıda kalıyor birazı, küçük bir tepecik, varlığın kadarı."

O Boşluk alışık olduğumuz türden bir roman değil. Şiir ya da destan-şiir gibi okumak daha doğru. Hatta "Değişimler Kitabı-Yi Çing" gibi kılavuz olarak da okunabilir. Damağımızda romandan çok, bir felsefe metni tadı bırakıyor. Sonunda her satırın altını çizerek, her satırda durarak, hatta etrafınızdakilerle paylaşarak okunacak bir metin.

Ayrıca O Boşluk, bildik edebiyat kuramlarıyla çözülecek ya da anlatılacak bir eser değil. Şiirsel, yaralı bir metin. Okurunda iz bırakan bir metin. Bu tür eserler üzerine yazarken, eleştirmen de daha özgür hissediyor kendini. Kitabın dili kitap hakkında yazana da bulaşıyor. Sınırları kaldırıyor. Ve insan ancak yazınsal sınırları, kuralları, grameri, formatları kaldırırsa böyle bir metnin keyfine varabiliyor.



Doğan Yarıcı’dan ezber bozan
bir roman: O Boşluk.

Filiz Özdem / YKY Bülten
Mayıs 2012

Son romanı Kıyıda 2007 yılında yayımlanan Doğan Yarıcı, O Boşluk adlı yeni kitabıyla etkileyici ve zorlu bir roman ya da bir şiir-metinle edebiyatseverlerin karşısında...

Bir büyücü edasıyla dili eğip büken, bozup yeniden kuran Doğan Yarıcı’nın bu kitabı, çocukluk ve ölüm arasında gidip gelen bir sarkaç gibi. O Boşluk bir yanıyla dostluk üzerine unutulmayacak bir ağıt, diğer yanıyla ise benzersiz bir aşk, varoluş, yok oluş, saplantı, kaçma, derinleşme ve uçma güncesi. Bir günce olarak kurgulanan kitabın anlattığı bir yıllık bir zaman dilimi. Klasik bir günce tutma mantığından farklı bir yaklaşımla metinlerin yer aldığı, her biri bir güne tekabül eden sayfalardaki tarihler aslında sadece zamanı birbirine tutturarak devamlılığı sağlıyor. 280901 tarihli yaprakta bir masal yer alıyor örneğin:

“Koştum, eve vardım. Baban doğdu, dediler, kucağıma yumurta verdiler. Yumurta elimden düştü, içinden iri bir horoz cıktı, sokağa kaçtı. Kovalamaya başladım. Taş attım erişmedi. Ceviz attım, kocaman bir ağaç bitti. Dalından ceviz düşüreyim dedim, düşmedi. Toprak attım, ağacın başı tarla oldu. Kimi dedi buğday ek, kimi dedi karpuz ek. Karpuz ektim. Öyle karpuz verdi ki, kervan taşıyamadı. Karşıma bir ulu cıktı, karpuz versene, dedi. Bir karpuz verdim, bir ordu yedi, yarısı arttı. Ben de bir tane kesip yiyeyim dedim, keserken çakım içine kaçtı. Elimi soktum, alamadım. Gözümü soktum, göremedim. Derken kendim içine kaçtı. Karpuzun içinde kaldırdı kafamı kendim, bir de ne göreyim, bir başka ulu. Bana bir tokat çaktı, kafam koptu yuvarlandı, pazarda soğan sarmısak satmaya uçtu. Arkasından koştum, yetiştim. Kafamsın, hayır değilim, kafamsın gel, değilim gelmem, derken bir patırtı bir gürültü, kendimizi kadının kapısında bulduk mu! Kadı evde yok, tepedeki mercimek ağacına cıkmış. Kafamla tepeye gittik. Kadı ağaçtan seslendi, sesini zor duyduk. Dedi, sizin davanız büyük dava, kırk tabaka kâğıt, kırk kucak kamış kalem getirin, sonra da kırk ayak merdiven bulun da buradan ineyim. Gittik kırk tabaka kâğıt aldık, kırk kucak kamış yonttuk. Kırk ayaklı merdiveni de bulduk getirdik, mercimek ağacına dayadık. Kadı inerken merdiven kırıldı, oracıkta ölüverdi. Kafam da bana dönüverdi.”

Bir başka günde ise, o günün bir olayı mı, yoksa bir hatırlama mı olduğu kapalı bir anlatımla yer alıyor:

“Annem ağladığında evde kimse olmuyor. Bir mendil bulana dek, terliklerine bakarak, sessizce dolanıyor. Mendille kapadığında yüzünü omuzları titriyor, öne arkaya gidiyor sarsılıyor gövdesi, cok daha fazla gözyaşı, mahalle boşalıyor. Annem ağladığında, ağladığında içinden geldiği gibi, bir kamyon geçmez de sallamazsa evimizi ya da bir komşu kadın seslenmezse oğluna eve gir diye, yaşadığımız kasabada, şehirde, ülkede, yeryüzünde kimse kalmıyor. Kendi de kalmıyor bak, sade gözyaşı. Annem ağladığında toprak kokuyor avlu, için için çiseliyor. Avuçlarında kafası, öne eğik, beni görmüyor, eşikteyim, eşiği görmüyor, sokağa açılıyor. Annem ağladığında, ağladıkça güzelleşiyor, bir kendi biliyor neden, bir de terlikleri.”

Doğan Yarıcı’nın bu metaforik, yer yer eksik günlerin bulunduğu güncesinde, günler birbirini takip etse de, metinler çoğunlukla birbirinden kopuk. Parça parça birbirine ekleniyor. Hayat gibi. Yazar, bu noktada okuruna bir oyun ediyor: Özü itibariyle parçalı zamanla, hayatla, ölümle ilgili derdini, alışılmışın dışında bir anlatım diliyle okuruyla paylaşıyor. Bu parçalı öz, şaşırtıcı bir kurguyla hem kitabın biçimine geçiyor hem de yuvarlandıkça büyüyen bir kartopu gibi kendi üzerine katlanıyor, yuvarlanıyor, bütünleşip büyüyor. Kitap bittiğinde, bu parcalı hali dönüşüp bütünleniyor. Yokmuş gibi görünen olay örgüsü, kitabı kapatınca insanın zihninde canlanıyor; kitabın kahramanının başından neler geçtiği anlaşılıyor.

Kitabın bir diğer önemli özelliğiyse, “herkesin her şeyi bildiği” günümüzde kimsenin prim vermediği zamandışı bir değeri yüceltip durması: “Öğrenme”yi, usta-çırak ilişkisini. Malum, zaman değişti ve kimsenin öğrenci olmaya, ustaya teslim olmaya, eğilip bükülmeye, işlenmeye ve tava gelmeye gönlü yok.

“Seninleyken hiç dikkat etmemişim yollara, keskin dönemeçler kalmış bir tek aklımda, bir de dümdüz giden ağaçlı yollarımız. Seninle giderken dönmeyi düşünmemişim, dönerken de sana gitmeyi. Hep varmışsın gibi. Hep olacakmışız gibiydi. Ben kayboldum şimdi. Sana ulaşmayı bilmiyorum, öğrettiklerinin dışında” diyen satırlarda, beklenmedik bir ayrılıkla, ölümle ustası-dostu Uşu’dan ayrılan kahramanın “sana ulaşmayı bilmiyorum, öğrettiklerinin dışında” ifadesi, bir gönül borcu için en yüksek teşekkür sayılır.




"Bu yazıda sözünü ettiğim
soydan yazarlar, asıl hayat
malzemesi olarak ayrıntıları
gördükleri ve çoğu kez bizim göremediklerimizden,
âdeta taşın suyunu sıkarak
o malzemeyi çıkardıkları ve
sonra göze görünmez
bir ayrıntıya insanın içini
burkacak anlamlar
yükleyebildikleri için,
çoğunluktan ayrılıyorlar.
Nitelikli edebiyat dediğimiz de
bu olsa gerek."

Nitelikli edebiyatın dolaylarında.

Semih Gümüş
Radikal Kitap / 4 Kasım 2011


Bu ülkede sıradan hayatın, edebiyatı besleyen çok zengin, karmaşık, ayrıntıları sürekli çoğaltan, sert biçimlerde var olduğu düşünülürse, edebiyatımız için uygun koşullar da var demektir.

Son kertede yalınlıkla çokanlamlılığı birleştiren, dolayısıyla anlatım biçimini olduğu kadar, anlamı da önceden bilinenlerin dışında arayan metinler, pek çoklarının bizde çok yazılmasından şikâyet ettiği edebiyat içinde değildir. Öyle olması da olanaksız gibi. Hemingway gibi yazmak, kolayca çoğatılabilir mi? 

Özellikle bireyin iç dünyasına yöneldiği zaman ister istemez kapanmaya, yeni katmanlar oluşturmaya, dolayısıyla zor anlaşılır olmaya başlayan metinleri yazarak mı başlamalı, yoksa yalınlığın çekiciliğine öncelik vererek mi? Önce bu ikisinin bambaşka iki düzey olduğunu bilerek, yani okuyarak başlamak en doğrusu. 
Arada şunu soralım: Bugün gördükleri ilgiyle edebiyatımızın önüne çıkan yazarların ve yapıtlarının gölgede bıraktığı yazarlar arasında Sait Faik var mı? Yoksa eğer, bunun tek nedeni, onun düzyazıyı o güne dek bilinen biçimlerinden bambaşka bir düzeye çıkarmış olması değildir. Yaşanmış olan, yaşandığı yerde kalmayıp onlarca yıl sonra da örnek alınacak tazeliğini koruyorsa, birçok nedeni olmalı. Bence Sait Faik’te bu neden, her şeyden önce, sıradan olanı yalın, olağan sözlerle anlatmak. Sait Faik, yazdıkları gücünü, sözgelimi Hemingway ya da Ferit Edgü gibi, açıkça söylenenlerin ardında bazı anlamları gizleme biçiminden değil, birbirinden farklı zamanlarda, dolayısıyla bambaşka okurlarda farklı çağrışımlar yaratabilmesinden aldığı için, bugün de dünkü tazeliğiyle okunuyor. 

Sonra Vüs’at O. Bener ve  Ferit Edgü, yalınlığı içinde anlamı çoğaltan bir yazınsal biçimin ürünü olan öyküleri ve romanlarıyla, çok yüksek düzeyde örnekler verdiler. 
Barış Bıçakçı, sıradan şeyler yazan sıra dışı bir yazar olarak, aynı çizginin bugün  tuttuğumuz ucunda bulunuyor. Çok yayımlanıyor da ne yazılıyor, sorusu sık sık soruluyor ya, Barış Bıçakçı’nın yazdıklarının bugünkü edebiyatımızı anlamak için yakından okunması gereken metinler arasında olduğu hemen belirtilebilir. Yalınlığı son kertede dışavuran sözcüklerin gölgesinde durmak, yazınsal bir metnin ne olduğunu düşünmenin yanı sıra, nasıl okunacağını düşünmeyi de sağlar. Daha ne beklenir. Üstelik Barış Bıçakçı ve bu yakadaki öteki yazarlar, çoğun kısa tümcelerle yazılmış bu çoğul dilin dünyası içinde yaşamayı seçen, hiç kuşku yok ki sayıları az olan okurlarıyla birlikte varolur. 

 

"Faruk Ulay ya da
Doğan Yarıcı’dan
söz etmekse, herkes için
ne kadar anlamlıdır,
bilmiyorum.
Bu tür yazarların
okurun ilgi alanına
girmesi neredeyse
olanaksız.
Yazdıklarının zor
anlaşıldığı da
yadsınamaz.
Edebiyat kamuoyunca da
değerlendirilmediklerine
göre, değerleri yalnızca
kendilerinden menkul
yazarlar mı bunlar?"

 

 

 

 

 

"Hikâye, önce bir dil ve
anlatım biçimi içinde
yaşamayı becerebiliyorsa
hikâyedir Doğan Yarıcı’da.
Sözgelimi birkaç yıl önce
yayımlanan Kıyıda
adlı romanı,
anlamı çözüldükçe
görülecektir ki
yayımlandığı yılların
en önemli
metinlerinden biridir."

 

 

 

 

"‘Üç Parça Toprak’ı
ya da ‘Kıyıda’yı okurken,
tıpkı Bilge Karasu’da
olduğu gibi,
önce nasıl yazıldığını,
sonra niçin yazıldığını,
sonra da ne anlattığını sorarak
okumayı başarabilirsek,
edebiyatımızın bugün
geçmişine benzer bir
çokyönlülüğü sürdürdüğünü
gösterecek örneklerin
hiç de az olmadığını görürüz." 

Nitelikli edebiyat nedir? 

Has edebiyat, diyoruz zaman zaman, ben de derdimi anlatmak için kullanıyorum bu terimi; her zaman kolay bulunmaz has edebiyat, örnekleri ikide bir görünmez. Her edebiyatta böyledir bu. Şimdilerde umduklarını bulamayanlar için Barış Bıçakçı’nın öyküleri ve romanları yanında, oysa Mehmet Günsür de vardı. İçeriye Bakan Kim, belki son zamanların en iyi birkaç öykü kitabından biriydi. Ne yazık ki tek öykü kitabında kaldı Mehmet Günsür; az ve öz yazdığı için, sanırım bugüne dek bir kitap daha yayımlamış olacaktı. Bazı kitaplar bir edebiyatın bir dönemini büsbütün değiştirecek etkilerde bulunur; Mehmet Günsür gibi yazarların bizim edebiyatımızdaki etkisi bu düzeyde olmaz elbette, ama bazen bir kitap, bir basamaktır ve baktıkları zaman nasıl yazılması gerektiğini görmeyenlere ışık tutabilir. 
Faruk Ulay ya da Doğan Yarıcı’dan söz etmekse, herkes için ne kadar anlamlıdır, bilmiyorum. Bu tür yazarların okurun ilgi alanına girmesi neredeyse olanaksız. Yazdıklarının zor anlaşıldığı da yadsınamaz. Edebiyat kamuoyunca da değerlendirilmediklerine göre, değerleri yalnızca kendilerinden menkul yazarlar mı bunlar? Bizde Sevim Burak’ın yazdıkları, kendi kuşağı onları ilgi çekici ve şaşırtıcı –ancak bu kadar– bulsa da, onyıllar boyunca doğru dürüst değerlendirilemedi, çünkü tam anlaşılamadı. Şimdiki de benzer bir durum. Faruk Ulay’ın ‘Üç Parça Toprak’ı ya da öbür kitapları, yazınsal yazının sınırlarını araştıran yazarın o sınırları bulduğu yerde ortaya çıkan metinler olarak okunmalı, başka beklentilerle de değil. 
Edebiyatımızın bugününün bir fotoğrafını çekmeye çalışırken, bizim görmek istemediğimiz uçlar da o fotoğrafa girecektir ve onların girmediği fotoğraf, çekenin bakış açısınca sakatlanmış demektir. Faruk Ulay’ın metinlerinde olmayan hikâye, Doğan Yarıcı’da açılmayı bekleyen bir koza gibi örülmüştür gene de. Hikâye, önce bir dil ve anlatım biçimi içinde yaşamayı beerebiliyorsa hikâyedir Doğan Yarıcı’da. Sözgelimi birkaç yıl önce yayımlanan Kıyıda adlı romanı, anlamı çözüldükçe görülecektir ki yayımlandığı yılların en önemli metinlerinden biridir. Değerini gerçekle kurduğu tuhaf ve aykırı ilişkiden alan Cem Akaş’ın yazdıklarını da bu arada düşünebiliriz. Bu tür metinlere, olmasa da olur biçiminde yaklaşan refleksi görmezden gelmiyorum. Aklı başında pek çok yazar ve okur, aslında verili bakış açıları içinde kaldıkça, bir şey anlatmadığını düşündükleri yazınsal metinlerin varlık nedenini bulamıyor. Demek bizim edebiyatımızda bu soyun en güçlü yazarı olan Bilge Karasu için de geçerlidir bu görüşler, öyle denmemiş olsa da. Tektiplik ya da benzerlik, açıkça savunulmaz, ama bizim edebiyat kültürümüzde zımnen savunulduğu da yadsınamaz. İlkin, bir edebiyatın bütün uçlarıyla birlikte, yalnızca böyle görülmesi gerektiği unutuluyor. Öte yandan, bir dili, yani Türkçeyi düzyazının geleneksel biçimlerinden çıkarma ve onun nasıl kullanılabileceğine ilişkin bilinmeyen yollar ve düzeyler açma çabası tükenirse, bilinen biçimlerde hikâyeye, konuya, duyguya yapışmış dilin kendini yenilemesi büsbütün zorlaşır. ‘Üç Parça Toprak’ı ya da ‘Kıyıda’yı okurken, tıpkı Bilge Karasu’da olduğu gibi, önce nasıl yazıldığını, sonra niçin yazıldığını, sonra da ne anlattığını sorarak okumayı başarabilirsek, edebiyatımızın bugün geçmişine benzer bir çokyönlülüğü sürdürdüğünü gösterecek örneklerin hiç de az olmadığını görürüz. 

Yalınlıkla çokanlamlılığı önce dil içinde gören bu edebiyat anlayışını seçen yazarların ister istemez görünmez oluşu, merakla okunan hikâyelerinin olmaması yanında, dilin içerdiği anlamları da ayrıca çözmeyi gerektiren okumaları zorlamasından. Murat Yalçın’ı da bu anlayış içinde düşünebiliriz. Her öykünün anlattığı bir küçük sorun ya da öyküyü var eden bir neden var, ama çok yalın, yazarın kendine özgü sözcükleriyle, yalınlaştıkça anlamı kapanan öyküler bunlar. Kusursuz bir dille yazmaksa, Murat Yalçın’ın amaçları arasında. 


Yalınlığın gücü.

Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Ferit Edgü, adlarını andığım yazarların da kendi öncülleri olarak gördüğü yazarlar. Bu arada Amerikan öykücüleri üstünde en çok duranlar da bu gruptaki yazarlar. Şimdiki genç kuşak yazarlarından söz ediyorum, yoksa 1950 Kuşağı üstündeki asıl etki Avrupa’dan, daha çok Fransız edebiyatından gelmişti. Neden sonra hayatın sessizce akıp giden yatağının göründüğünden çok daha etkili, kararlı oluşu; hayatın önemli yanlarıni iğne ucuyla dokunmuş gibi uyandırışı; tedirgin eden biçimi ve buna uygun yalın dili Amerikan öykücülüğünü benzersiz kılan özelliklerdir. 
Ne ki, bu öykü anlayışının gücü, bu tümcenin belirttiği kadar sade ve basit değil. Bazen kendimizi sorgulayabiliriz: Bizimki niçin sözgelimi Faulkner, Salinger, Cheever ya da Carver’ın yazdıkları kadar yalın ve onlara benzer görünmesine karşın, onlarınki kadar etkileyici olamıyor? Yoksa hayatımız yazılmaya değer ayrıntıları kısıtlı, dolayısıyla düz, bireylik duygularımız ve davranışlarımız yeterince gelişmemiş mi? Bunlar, öykü ya da roman, düzyazının kılcal damarlarına kan basıncı yapan noktalarıdır hayatın. Üstelik kuşku duymaya gerek yok. Yaşadığımız bu ülkede sıradan hayatın, edebiyatı besleyen çok zengin, karmaşık, ayrıntıları sürekli çoğaltan, sert biçimlerde var olduğu düşünülürse, edebiyatımız için uygun koşullar da var demektir. 

Bu yazıda sözünü ettiğim soydan yazarlar, asıl hayat malzemesi olarak ayrıntıları gördükleri ve çoğu kez bizim göremediklerimizden, âdeta taşın suyunu sıkarak o malzemeyi çıkardıkları ve sonra göze görünmez bir ayrıntıya insanın içini burkacak anlamlar yükleyebildikleri için, çoğunluktan ayrılıyorlar. Nitelikli edebiyat dediğimiz de bu olsa gerek.



"Bugünlerde okuyacak iyi bir şeyler var mı?"

Türk edebiyatının okunması gereken 140 romanı.

A. Ömer Türkeş
Radikal Kitap, 3 Eylül 2011

Bir zamanlar ödüllendirilmiş, klasikler katına çıkarılmış kitapların büyük bir kısmının adları şimdilerde unutulanlar hanesinde dolaşıyor. Bugün bizim değerli bulduklarımız da bir gün gelecek tahtlarından inecek.

Okumaya yeni başlayanlar, yeni derken alfabeyi sökmeyi değil romanlarla yeni yeni tanışanları kast ediyorum, tavsiyelere ihtiyaç duyarlar. Aslında her okuma düzeyi için geçerlidir bu. Kısıtlı zamanın –ve elbette ödenecek paranın- hoşa gitmeyecek bir kitaba harcanmasını kimse istemez. İşte bu nedenle edebiyat dünyasını takip edenler ‘Ne okuyalım?’ ya da ‘Bugünlerde okuyacak iyi bir şeyler var mı?’ sorularıyla çok sık karşılaşırlar. Geniş zamanlara yayılacak bir edebiyat sohbeti başlatmak için güzel sorular. Nesnesi aynı olsa bile, cevapların farklı olması şaşırtmasın. Soruyu soranın yaşına, okuma geçmişine, ilgi alanlarına göre her seferinde farklı yanıtlar verilecek bir sohbettir bu. Üstelik insanlığın yüzlerce yıllık kültürel mirasını akılda tutmak kolay değildir. Hele ki yaş ilerlemiş, hafıza eskilere takılıp kalmışsa!.. 
Hangi alanda yapılırsa yapılsın listeler her zaman ilgimizi çekmiştir. Edebiyatta da öyle. Aslında hiçbir kesinlik taşımadıkları, edebiyat ya da diğer konularda belirleyicilikleri olmadığı halde, kısa süreli tartışmalara yol açarlar. İster başına ‘Dünyanın’ sözcüğünü koyun ister Türkiye'nin, ‘En İyiler’ listeleri her zaman olumlu/olumsuz tepkiler toplamıştır. Listeyi düzenleyenlerin niteliğinden listeyi hazırlatan yayın organına, siyasi eğilimlerden uluslararası siyasete kadar pek çok şey, bazen komplo mantığıyla didiklenir durur. Oysa, popüler kültürün her alanı bu tarz ‘En İyiler’ listeleriyle doludur. Futbolcular, şarkıcılar, türkücüler, artistler, arabalar, plajlar ve saymakla tükenmeyecek nice insan ve ürün bu listelerde yer almak için yarışır. Oysa kişisel beğenileri yansıtan geçici değerlendirmelerdir bunlar. Her dönemin, her sanat/edebiyat akımının, sanatın/edebiyatın her türünün, her ülkenin ve nihayet her okuyucunun kendine özgü seçimleri olacak ve listeler farklılaşacaktır. 
Kültürel alanda kesin doğruluklar yoktur zaten. Bir zamanlar ödüllendirilmiş, klasikler katına çıkarılmış ürünlerin büyük bir kısmının adları şimdilerde unutulanlar hanesinde dolaşıyor. Bugün bizim değerli bulduklarımız da bir gün gelecek tahtlarından inecek. Ama ne önemi var? Önemli olan sevdiğimiz romanları başkalarıyla paylaşmak. Ayrıca eklemek isterim ki önemli olan mutlaka ‘değerli’ romanlar okumak ya da mümkün olduğu kadar çok okumak değil, hem okuma zevki almak hem bu zevki geliştirmektir. Okuma serüveninde değer verdiğimiz insanların, eleştirmenlerin ya da akademisyenlerin etkisi olmakla birlikte, bu bitimsiz serüvene görev duygusuyla çıkmayız. Kimilerinin başyapıt saydığı edebiyat şahaserlerini sevmek, onları şimdiye kadar okumamış olmanın utancıyla okumak zorunda da değiliz. Tekrar ediyorum; hiç kimsenin herkes için geçerli hazır bir okuma listesi olamaz. Listeyi tamamlayacak olan okuyucunun kendisidir. 


Binlerce roman arasında.
 
Cumhuriyet dönemini konu alan okuma listesini hazırlarken iki temel kıstasım var. Birincisi romanların edebi değeri, ikincisi romanın dönemini siyasi, toplumsal, bireysel ve edebi eğilimler anlamında temsil etme özelliği. Ancak Cumhuriyet dönemine geçmeden önce Osmanlı döneminin son yıllarında yazılan ve modern romanın ilk örnekleri sayılabilecek birkaç ismi; Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’ ve ‘Mai ve Siyah’, Cemil Süleyman’ın ‘Siyah Gözler’, Mehmet Rauf’un ‘Eylül’, Halide Edip’in ‘Handan’, R.N. Güntekin’in ‘Gizli El’, R. Halit Karay’ın İstanbul'un Bir Yüzü’ romanlarını anmak isterim. 
1920-1930 yılları arasında yazılan, ya da sonraki bir tarihte aynı dönemi konu edinen romanlarda en çok rastlanılan tema toplumsal yaşama yönelik eleştiridir. Milli Mücadele anlatıları ise beklenenden çok yazılmıştır. 1920’li yılların meselelerini yansıtmaları bir yana, edebi anlamda da önemli sayılabilecekler arasında Ercüment Ekrem Talu’nun ‘Kan ve İman’ (1924), Halide Edip Adıvar’ın ‘Kalp Ağrısı’ (1924), Reşat Nuri Güntekin’in ‘Damga’ (1924), Yakup Kadri’nin ‘Hüküm Gecesi’ (1927), Mehmet Rauf’un ‘Halas’ (1929) romanları öne çıkıyor. 
1930’lu yıllara gelindiğinde, Cumhuriyet idaresi rüştünü ispatlamış ve yukarıdan aşağıya bir yapılanmanın hummalı faaliyeti başlamıştı. Edebiyat -özellikle roman-, kitle iletişim araçlarının yokluğunda, ideolojinin topluma nufus etmesini sağlayacak en uygun silahtı. Ancak bu amaçla kaleme alınmış ‘iyi’ romanların sayısı pek az. Buna karşılık bugün hâlâ yaşarlıklarını sürdürenler mevcut duruma eleştirel yaklaşan yazarların romanları. Peyami Safa’dan ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ (1930), Mahmut Yesari’den ‘Ölünün Gözleri’ (1933), Şükufe Nihal’den ‘Çöl Güneşi’ (1933), Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan ‘Utanmaz Adam’ (1934), Memduh Şevket Esendal’dan ‘Ayaşlı ve Kiracıları’ (1934), Sabahattin Ali’den ‘Kuyucaklı Yusuf’ (1937), Midhat Cemal Kuntay’dan ‘Üç İstanbul (1938). 
Tek Parti yönetimin siyasi baskılarına rağmen 40’lı yılların iyi romanlarında da bireyin sıkıntılarını dile getiren eleştirel bir ton hakim. Osman Cemal Kaygılı’nın ‘Çingeneler’ (1939), A. Şinasi Hisar’ın ‘Fahim Bey ve Biz’ (1941), Kemal Bilbaşar’ın ‘Denizin Çağrısı’ (1943), Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ (1943), Safiye Erol’un ‘Ülker Fırtınası’ (1944), Nahit Sırrı Örik’in ‘Kıskanmak’ (1946), Reşat Nuri Güntekin’in ‘Miskinler Tekkesi’ (1946), Cevat Şakir’in ‘Aganta Burina Burinata’ (1946), A. Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ (1949), Peyami Safa’nın ‘Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ (1949) bu on yıllık dönemin en iyileriydi. 
1950’li yıllar, sırtını halkçılık, köylülük söylemine dayamış DP’nin parlak günleriydi. Yazarlar, önce bel bağladıkları bu yeni iktidar sahiplerini, bir süre sonra sert bir biçimde eleştirmeye başladılar. Romanda ezen-ezilen, ya da işçi-burjuva ilişkilerinin sıklıkla yer aldığı bu yıllarda, köyü, kenti, yoksullukları, haksızlıkları gündeme getirenler, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki baskının ürkekliğini üzerinden atan, ve roman kültürü ile büyüyen yeni kuşak solcu yazarlar oldu. Bu romanlar bir sonraki dönemin habercisi olmakla kalmıyor, romancılığımızın olgunluk dönemine girdiğini de müjdeliyorlardı. Oktay Akbal’ın ‘Garipler Sokağı’ (1950), Attila İlhan’ın ‘Sokaktaki Adam’ (1953), Erhan Bener’in ‘Acemiler’ (1954), Orhan Kemal'in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ (1954), İlhan Engin’in ‘Göç Yolları Tıkadı’ (1955), Tarık Buğra’nın ‘Siyah Kehribar’ (1955), Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ (1955), Erhan Bener’in ‘Yalnızlar’ (1956), Refik Halit Karay’ın ‘Kadınlar Tekkesi’ (1956), Attila İlhan’ın ‘Zenciler Birbirine Benzemez’ (1957), Kemal Tahir’in ‘Yediçınar Yaylası’ (1958), Orhan Kemal'in ‘Vukuat Var’ (1958), Kemal Bekir’in ‘Yabancılar’ (1958), Necati Cumalı’nın ‘Tütün Zamanı’ (1959), Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ (1959) romanları öne çıkıyor. 

Darbeden darbeye.
 
60’lardan 70’lere, bir darbeden bir darbeye kadar geçen süre, Cumhuriyet döneminin en uzun on yılları arasındadır. Hayatın her alanındaki kıpırdanmalar edebiyata da yansımış, gerek konu gerek roman anlayışı açısından dikkate değer gelişmeler kaydedilmiştir. Dönemin önemli romanları; Erdal Öz’den ‘Odalarda’ (1960), Tahsin Yücel’den ‘Mutfak Çıkmazı’ (1960), Erhan Bener’den ‘Kedi ve Ölüm’ (1961), Kemal Bilbaşar’dan ‘Ay Tutulduğu Gece’ (1961), Reşat Nuri Güntekin’den ‘Kavak Yelleri’ (1961), A. Hamdi Tanpınar’dan ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ (1962), Orhan Kemal'den ‘Eskici ve Oğulları’ (1962), Yaşar Kemal’den ‘Yer Demir Gök Bakır’ (1963), Melih Cevdet Anday’dan ‘Aylaklar’ (1965), Zaven Biberyan’dan ‘Yalnızlar’ (1966), Fakir Baykurt’dan ‘Kaplumbağalar’ (1967), Nazım Hikmet’ten ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ (1967), Sevgi Soysal’dan ‘Tante Rosa’ (1968), Suat Derviş’ten 'Ankara Mahpusu’ (1968), Bilge Karasu’dan ‘Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ (1970), Sevgi Soysal’dan ‘Yürümek’ (1970), Yaman Koray’dan ‘Büyük Orfoz’ (1970)... 
1971-1980 arası 12 Mart edebiyatının ve toplumcu gerçekçiliğin egemen olduğu, edebiyatın belki de en yakıcı tartışmalara konu edinildiği yıllardı. Bu dönemin unutulmazları şöyle sıralanıyor; Yılmaz Güney'in ‘Boynu Bükük Öldüler’ (1971), Çetin Altan’ın ‘Büyük Gözaltı’ (1972), Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ (1972), A. Hamdi Tanpınar’ın ‘Sahnenin Dışındakiler’ (1973), Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ (1973), Oğuz Atay’ın ‘Tehlikeli Oyunlar’ (1973), Yusuf Atılgan’ın ‘Anayurt Oteli’ (1973), Ayhan Bozfırat’ın ‘Dört Yol Ağzındaki Ev’ (1973), Aziz Nesin’in ‘Tatlı Betüş’ (1974), Füruzan’ın ‘47’liler’ (1974), Melih Cevdet Anday’ın ‘İsa’nın Güncesi’ (1974), Selçuk Baran’ın ‘Bir Solgun Adam’ (1975), Sevgi Soysal’ın ‘Şafak’ (1975), Vedat Türkali’nin ‘Bir Gün Tek Başına’ (1975), Ferit Edgü’nün ‘O’ (1976), Peride Celal’in ‘Üç Yirmi Dört Saat’ ( 1977), Adalet Ağaoğlu’nun ‘Bir Düğün Gecesi’ (1979), Çetin Altan’ın ‘Bir Avuç Gökyüzü’ (1979’ , Melih Cevdet Anday’ın ‘Raziye’ (1979), Pınar Kür’ün ‘Asılacak Kadın’ ( 1979), İrfan Yalçın’ın ‘Fareyi Öldürmek’ (1980), Oktay Rifat’ın ‘Danaburnu’ (1980), Tarık Durs
un K.’nın ‘Alçaktan Uçan Güvercin’ (1980)... 

Değişim başlıyor. 

80’lerden 2000’lere kadar geçen zaman romancılığımız için bir arayış dönemidir. Hem önceki dönemin ustalarının hem de genç yazarların belki de kariyerlerinin en iyi ürünleri verdikleri bu yıllardan akılda kalan romanlar; Tezer Özlü’nün ‘Çoçukluğun Soğuk Geceleri’ (1981), Orhan Pamuk'un ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ (1982), Zeyyat Selimoğlu’nun ‘Tutkunun Köşeleri’ (1982), Latife Tekin’in ‘Sevgili Arsız Ölüm’ (1983), Vüsat O. Bener’in ‘Buzul Çağının Virüsü’ (1984), Bilge Karasu’un ‘Gece’ (1985), Leyla Erbil’in ‘Karanlığın Günü’ (1985), Orhan Pamuk'un‘Beyaz Kale’ (1985), Leyla Erbil’in ‘Mektup Aşkları’ (1988), Vüs’at O. Bener’in ‘Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’ (1991), Hasan Ali Toptaş’ın ‘Gölgesizler’ (1994), İhsan Oktay Anar’ın ‘Puslu Kıtalar Atlası’ (1995), Hasan Ali Toptaş’ın ‘Kayıp Hayaller Kitabı’ (1996), Sabri Gürses’in ‘Boşvermişler’ (1996), Orhan Pamuk'un‘Benim Adım Kırmızı’ (1998), Murat Yalçın’ın ‘Hafif Metro Günleri’ (1998), Yaşar Kemal’in ‘Bir Ada Hikayesi I’ (1998), Ahmet Karcılılar’ın ‘Yağmur Hüznü’ (1999)... 
Ve 2000’li yıllar. Edebi değerden önce roman ve yazar sayısındaki artışın dikkat çektiği, türlerin ve konuların çeşitlendiği, satış rakamlarının patladığı, çok satan yazarların görünürlük kazandığı, hepsinden önemlisi edebiyatımızın Nobel edebiyat ödülüyle taçlandırıldığı bu döneme ilişkin liste, kuşkusuz tartışma yaratabilir. Bu nedenle biraz daha geniş tutmaya çalışacağım. İşte son on yılda severek okuduklarım arasında öne çıkanlar: Barış Bıçakçı’dan ‘Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’ (2000), Cahide Birgül’den ‘Geceye Uyananlar’ (2000), Leyla Erbil’den ‘Cüce’ (2001) Elif Şafak'tan ‘Bit Palas’ (2002), Mahir Öztaş’tan ‘Bir Arzuyu Beslemek’ (2002), Mehmet Eroğlu’ndan ‘Zamanın Manzarası’ (2002), Murat Uyurkulak’tan ‘Tol’ (2002), Hakan Bıçakcı’dan ‘Rüya Günlüğü’ (2003), Haldun Çubukçu’dan ‘Bütün Aşkların Gömüldüğü Yer’ (2003), İbrahim Yıldırım’dan ‘Bıçkın ve Orta Halli’ (2003), Mehmet Anıl’dan ‘Geri Gelmemek Üzere’ (2003), Mine Söğüt’ten ‘Beş Sevim Apartmanı’ (2003), Niyazi Zorlu’dan ‘Hergele Âşıklar’ (2003), Ayhan Geçgin’den ‘Kenarda’ (2004), Murathan Mungan’dan ‘Çador’ (2004), Ayşegül Devecioğlu’ndan ‘Kuş Diline Öykünen’ (2004), Selim İleri’den ‘Yarın Yapayalnız’ (2004), Tayfun Pirselimoğlu’ndan ‘Şehrin Kuleleri’ (2005), Selçuk Altun’dan ‘Annemin Öğretmediği Şarkılar’ (2005), Sema Kaygusuz’dan ‘Yere Düşen Dualar’ (2006), Doğan Yarıcı’dan ‘Kıyıda’ (2007), İhsan Oktay Anar’dan ‘Suskunlar’ (2007), Mahmut Şenol’dan ‘Çerkes Adil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri’ (2007) Orhan Pamuk'tan ‘Masumiyet Müzesi’ (2008), Tahir Musa Ceylan’dan ‘Kestane Kıranında Kadınlar’ (2008), Hüseyin Kıran’dan ‘Resul’ (2008), Ayfer Tunç’tan ‘Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Tarihi’ (2009), Cem Kalender’den ‘Zamanın Unutkan Koynunda’ (2010), Kamuran Şipal’dan ‘Sırrımsın Sırdaşımsın’ (2010), Nurdan Beşergil’den ‘Mecburi İstikamet’ (2010)... 
2011 yılından da birkaç roman ismi vererek bu güç işi bitirelim; Murathan Mungan’dan ‘Şairin Romanı’, Ayhan Geçgin’den ‘Son Adım’, Vecdi Çıracıoğlu’ndan ‘Gemileri Sayan Kedi’, Kemal Varol’dan ‘Jar’ , Göksel Yılmaz’dan ‘Melekler Evi’ , Nur Yazgan’dan ‘Zamanın Kokusu’ , Mahmut Şenol’dan ‘Akhisar Düşerken’ , Burhan Sönmez’den ‘Masumlar’...


Contemporary Short Stories from Turkey

Frankfurt Book Fair, 2010

Doğan Yarıcı is a writer who avoids the dominant literary trends. He enjoys literature for its letarary values only and for that reason writes with concision. The original language he creates is highly condensed, yet he is no minimalist. Literary critics have praised his poetry in Aşk ve Sair (Love, etc., 1995); however, he considers himself a short story writer. His imagery-rich language is composed of short, interrupted sentences. This thought-provoking language challenges the reader. The author believes this approach gives the reader an opportunity to participate in the story. For him, it is not the story but the narrative efforts made to capture moments which make a story important. Hiz last book, Kıyıda (On the Shore, 2007), is a short novel praised by fans of pure literature.

  Doğan Yarıcı provided brand-new examples of the "smart story" in his first book Evla (The Best, 1993). His objective to create broad worlds from extremely short, very dense stories requires the ability to generate multiple meanings in prose. He solidified this approach in his second book, Kemik (Bone, 1994). He developed a form of story writing which resembles none other, but bears a kinship to non-mainstream writers. He later published Gece Kelebekleri (Night Butterflies, 2004), a continuation of the same style. His stories derive meaning from abstractions rather than from a search for concrete realities and easily defined characters.

Kıyıda - Ancak kendi cümleleriyle anlatılabilecek bir roman.

Ali Alkan Ünal
Kitap-lık, Mayıs 2007

Hoş geldiniz, defne kolonyası alır mısınız? Kahveniz nasıl olsun? Ya evet, böhçe böyle işte, her konuğu siyah-beyaz fotoğrafların hatırlattığıpembe anılarla karşılar. Kolay buldunuz mu burayı? Deniz tarafından bakınca tepedeki korunun altında, aşı boyalı. Ama yol biraz çetrefilli mi? Doğan Yarıcı’ya soysaydınız keşke, o daha iyi tarif eder.

Bu şehri iyi biliyor olmalısınız. Binalara, küçük meydanlara, durak isimlerine bakmadan kalkıp otobüsten inebiliyor musunuz? Gözleriniz kapalı, hatta uyuyor olsanız bile ineceğiniz durağa geldiğinizi hiçbir uyarıya gerek kalmadan anlayabiliyor musunuz? Yıllardır aynı hattı kullandığınız için, sürücünün huyuna, yollardaki yoğunluğuna göre evinize, ineceğiniz durağa olan uzaklığı hesaplayıp kalan süreyi içinizden işletebiliyor musunuz?

Sizce vapurun bodruma benzeyen alt katında oturup, ne yapıyorsa suç işlermiş gibi yapan biri nasıl bilebilir zaten yabancısı olduğu varacağı yere daha ne kadar kaldığını?
Evinizin bir odasından ötekine gidermiş gibi alışkın adımlarla dolaştığınız, çevrenizdeki herkesin ve her şeyin sanki size ait olduğu şehirde siz de bir o kadar onlara aitken, yanıp sönen kırmızı ve mavi ışığın perdesini kaldırdığı korkunun altında, çok uzak bir başka yere ait olma duygusunun kıpırdadığını hissetmeniz elbette mümkün değil.

Ama vidaları gevşemiş, tangır tungur, lastikleri kabak, koltukları sigara yanığı bir otobüsten o uzak şehre indikten sonra, Alusi’nin köşede, caminin avlusunda karşılaştıklarından haberiniz vardır herhalde. Yaşlılar, kadınlar, çocukların yere dizilmiş al güllü, mor menekşeli entarilerinden, yoncaya karışmış kelebekli iç donları, kara lastikler, bahar dallı fistanları, sırtı soluk yelekleri, yakasız gömleklerinden, misketler, çelik çomaklar, tespihlerden, sahipsiz giybilerden, ruhu yitmiş eşyadan...

dogan yarici

“Kim diyor? Uyduruyorlar! Öyle bir şey olsa yazar!” diye gazetelerden medet umanarak çıkışmayın. Doğan Yarıcı yazmış işte: ...baskı makineleri bastırıyor seslerini. Dönerek geliyor bir gazete; el feneri, mini bulaşık makineleri, dijital rehberler, mutfak robotu, mikser, blender, televizyonlar, kameralar, müzik setleri, dikiş makineleri, çakılar, helikopter, uçak, makineli tüfek, patlamış kafatasları yutuyor bir kadın sarışın, elektrikli süpürgeler, düdüklü tencereler, çeyiz setleri, nevresimler, masa örtüleri, saat, bornoz, basketbol topları, eşofmanlar, formalar, şortlar, gecelikler, pijamalar, kırmızı, yeşil, sarı, beyaz veninleri sokuyor kıçına, ekmek kızartıcıları, tost makineleri, bıçak setleri, okul önlükleri, spor çantalar, küçük çocukların ırzına geçiyor keteler gibi öksüren kalem bıyıklı bir adam, baharat takımları, kütüphaneler, çekyatlar, tartılar, cep telefonları, tansiyonölçerler, su filtlereni saçılıyor sayfalarının arasından...

Adınız nedir? Kimliğiniz yanınızda mı?

Bakın bu Tarçın, toraman, erkek; kuyruğu pofuduk, bedeninden uzun. Burnunun ortasında küçük siyah bir ben, sağ patisinde taze bir çizik; pembe dili uzun, tırtık alnında, yanaklarında, burnunun yanlarında dimdik antenler; çenesinin altında seyrek, yer yer uzun sakallar; göğsünde sütbeyaz bir gerdanlık. İnsanın aklından geçenleri okur gibi bakar ama konuşmaz. Funda çalıları, japonayvası, süs şeftalisi konuşur. Bu, yön duygusunu yitirmiş şaşkın bahçe, bakımsız, kolları kırık, sayrılı, kara bakışlı, kambur, aşılarını unutup artık yabanıllaşmış kiraz, armut, ayva, nar, döngel, badem, hurma, kayısı, erik ağıçlarıyla kendini Alusi’ye ölümün geç uğradığı bir sığınak olarak verilmişti, biliyor musunuz? Patikaya kaynayan taş basamaklar köşke çıkıyor. Yosuna bulanmış kiremitleri, sağda ve solda yükselen mermer sütunlar üzerinde iki cumbası, gölgelik terasıyla kara yüzlü, üç katlı. Vârisleri Boğaz’a nazır koca arazide, bahçeye birer yazlık ev kondurmadan geldiğiniz iyi oldu. Köşkün bir değeri yok onların gözünde, onlar kıyıyı istiyor. Zaten en çok beş yıl ömrü kalmış.

 

Gidecek bir yeriniz var mı?
Doğan Yarıcı’nın Kıyıda romanını okudunuz mu?
Ağzında, dudaklarının ucunda sıra bekleyen avuç avuç çiviyi ürkek, pestil, suyu yürümüş, pakça kavak çıtalara seri, bulanık, ölçülü biçili hareketlerle çakarak sandık yapar gibi yazmış Doğan Yarıcı.


Kıyıda ve kenarda.

A. Ömer Türkeş
Radikal Kitap, 20 Nisan 2007

Doğan Yarıcı'nın 'Kıyıda'sı, kısa öykü tekniğine yaslanan üslubu, dil arayışı ve toplumun kenarında kalanlara yaklaşımıyla edebiyatın hakkını veriyor.

Doğan Yarıcı'nın ilk romanı Kıyıda, köyünden kaçıp İstanbul'a sığınan bir gencin yeni bir hayat arayışını anlatıyor. Aslında 'arayış' da 'anlatıyor' da lafın gelişi. Roman kahramanı Alusi'nin aramak gibi bir seçeneği yok, gözlerden uzak bir yerlere sığınmaya çalışıyor. Yarıcı, Alusi'nin büyük kentin kalabalıklarından, apartmanlarından, eşyalarından, göz kamaştıran ışıklarından, bunlarla tezat kesif bir yoksulluktan ürkmüş bilincinden yansıyan imgeler yağmuru halinde kurgulamış romanını. İmgeler imparatorluğunun silikleşmiş insanlarına dair çarpıcı bir hikâye.
Kıyıda'nın editörü, kitap arka kapaklarının reklam kokan tanıtımlarına hiç benzemeyen bir biçimde özetlemiş romanı. "Kıyıda; kestanelerin, akasyaların, direklerin, adamların, polislerin, yağ ve yosun kokularının, pasların, oltaların, çekiçlerin, çivilerin, garsonların, motor seslerinin, martıların, tezgâhların, minibüslerin, gri suların, alçak pencerelerin, yüksek duvarların, ışık havuzu kubbelerin, rengârenk balonların, bahçelerin, rüzgârın, karın, ateşin, kedilerin, asker tüfeklerinin, çuvalların, bavulların, yarasaların, sinemaların, kahvelerin, düdük seslerinin, mezar taşlarının, gözleri kısık evlerin, kadife tozların, hortumların, fidanlıkların, vapurların, vitrin camlarının, turşu kavanozlarının, karasineklerin, kaplumbağaların, limon sandıklarının, meydanların, kristal avizelerin, sütbeyazı tenlerin, hastane odalarının, gelinciklerin, mor salkımların, al güllü mor menekşeli entarilerin, kıpır kıpır madalyaların, kan kokusunun dilinden bir kaçış ve arayış hikâyesi... Bir gözü kendini esirgeyen denize, bir gözü kendini gizlemeyen koruluğa bakan yoldan ilerleyen, bütün geçmişi yakılmış kara adamı Alusi'nin; karınlarında işlemeli paslı kapılar, göğüslerinde dikkat köpek var tabelaları barındıran yüksek, aksak, kaynaşık bahçe duvarlarına baka baka kendi bilinmezliği içinden 'kader'ine. 'yuva'sına yürüyüşünü, konuşan bu şehrin içinde kendine bir kıyı buluşunu ve hâlâ geçmişte yaşadığı için yeniliklere uyum sağlamakta güçlük çeken Pembe Hanım'la kesişen hayatlarını anlatıyor..."
Alıntıda yan yana sıralanan nesneler, renkler, sesler romanla organik bir ilişki içinde. Gerçekten de İstanbul'a ilk kez, beş parasız, kırık dökük Türkçesiyle iletişimsiz, köyünde yaşama umudunu tüketerek gelen genç bir adamın gördüğü her şey yabancılık duygusunu biraz daha arttıracak, onda yabansı bir ruh hali yaratacaktır. Birkaç köylüsü dışında elinden tutacak kimsesi yoktur. Sokakları tanımaz, evleri birbirinden ayıramaz, ineceği durakları, şehrin hudutlarını bilmez. Tek bildiği polis otolarının yanıp sönen mavi ışıklarından uzak durması gerektiğidir. Bir tesadüf eseri sığındığı eski bir yalının müştemilatında yegâne bildiği işi yapma fırsatı bulduğunda, bu kalabalık kentin kenarında küçük bir cennet yaratır kendisine. Ne yazık ki o cennet kırılgandır...

Ekonomik anlatım.

Doğan Yarıcı, 'aidiyet, kimlik, öteki ve yuva sorununu, arka plana yedirdiği olay örgüsünü 'şey'lerin dünyasından bakarak etkileyici, özgün bir dille anlatırken' kapalı ve tutumlu bir yöntem izlemiş. Alusi'nin kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, kentte duyduğu rahatsızlığı, arkadaşları Yaşar, Orhan ve Mahmut'la ilişkilerini, yalıya yerleşmesini, tek sevgi kaynağı Tarçın'ı ilk bakışta anlamak kolay değil. Çağrışımsal, imgesel bir dil kurmuş Yarıcı. İmgeyi ve imgeden kendiliğinden doğan hareketi yakalayarak hikâyesini imgeler akışı halinde söze döküyor. Mesela dış dünya görüntüleri, belediye otobüsünden dışarıyı seyreden Alusi'nin merceğinde şu şekilde yansımış:
"Harp malullerinin koltuklarına oturmuş, kulaklarında bilemediği bir uğultu, tanımadığı yüzlerin bildiği yollara boş gözlerle bakıyor, akan, yatan, devrilen, karışan, bekleyen, koşan, duran sözcükler görüyordu; Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Deniz. Direk. Adam. Kadın. Çöp. Kamyon. Pas. Polis. Olta. Çocuk. Ateş. Balık. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Ev. Durak."
Ya da Alusi'nin köyünü ziyaretinden kısa bir pasajla geniş bir coğrafyayı kültürel ve siyasal olaylarıyla birlikte kucaklayıvermiş; "Topluca, aynı yönde savruluyor, dağların yamaçlarında dönüyorlar; yeşil, sarı, beyaz azalıyor kahverengi, siyah, gri başlıyor. Gök, toprak, ağaç değişiyor. Puslanıyor camlar, dumanlar yükseliyor yarlardan, sürgülü camlardan dalıp burun deliklerinden içeri giriyor pabuçlar, maşrapalar, tencere, çorap, buğday, beşik, entari, yağız atlar, delikanlılar, nineler, tespihler, dualar, çelik çomak çığlıkları. Yanık kokuyor, diyor biri. Dağlara çıkıp dağlardan iniyorlar, düzlüklerde tilkiler çıkıyor önlerine farlara kilitlenmiş, yolun ortasında kalakalmış. Sular görüyorlar yıkılmış, köprüler akıyor altlarından, sınır taşları sağlı sollu. Tarlalar ekinsiz artık, insansız, ağaçsız; paletler geçmiş ortalarından; çuvallar, taşlar yığılmış kenarlarına, panzerler cemseler, yeşil şapkalı kurşun yüzler, kimlikler, kimlikler, kimliksizler, sorgular, yanıtlar, beklemeler."
Okuyucuyu Alusi'nin zihninde dolaştıran kısa bölümler, sayfalar ilerledikçe birbirine bağlanıp bütünleşiyorlar. Tıpkı Italio Cavino'nun Amerika Dersleri adlı roman notlarında ekonomik anlatımı överken söylediği gibi; "olaylar, sürelerinden bağımsız olarak, birer nokta biçimini alıyor; düz çizgi parçaları, kesintisiz bir hareketi yansıtan zikzak bir desen içinde, bu noktaları birbirine bağlıyor..." Ve kesintili sahneler halinde çok hızlı akıyor hikâye. Elbette ne kapalılık ne tutumluluk ne de hız tek başlarına edebi ölçüt sayılmaz, bunlar dışsal öğelerdir. Ama bunların bir araya gelişlerindeki işlevsellik, işlevsellikten gelen hız romana çok şey katıyor. Yarıcı, Alusi'nin hayatından can alıcı, karakteristik anları seçmiş, işe yaramayan ayrıntıları bir kenara bırakmış. Romana yansıyan her şeyin olay örgüsünde zorunlu bir işlevi var.

Yoğun bir dil.

Bir yazar kapalı ve tutumlu bir yöntemi seçtiğinde, hele ki sözel anlatımdan sürekli olarak kaçan bir şeyi, algı ve duyguları yakalamak istemişse, yazılı söze, sonunda artık kendi dışında bir dünyaya göndermede bulunamayacağı bir yoğunluk yüklemek zorunda kalır. Öyle ki, artık romanın hikâyesi değil, o hikâyeyi oluşturan anları yakalamak için girişilen anlatım çabaları öne çıkar. Belki de edebiyatı kitle iletişim araçlarının, sinemanın ve televizyonun dilinden ayıracak olan tam da böyle bir arayıştır. Çünkü "edebiyat içinde dilin gerçekten olması gerektiği gibi olduğu bir Vaat Edilmiş Toprak'tır." Yarıcı da, bu topraklarda dolaşıyor; gündelik dilin tekdüzeliğinden ve kısıtlı söz haznesinden sakınarak etkileyici bir dil ve üslup yakalamış. İmgelerle, ritim çeşitliliğiyle, farklı cümle yapılarıyla, beklenmedik nitelemelerle, kısacası edebiyatın kendine özgü anlatım tekniklerinden yararlanarak, Alusi'nin gerçeklikler ve hayallerle örülü dünyasına canlılık ve derinlik kazandırıyor. Kalabalıkların, yaşamların, hikâyelerin doldurduğu zaman ve mekânın çeşitliliğini yazısıyla kuşatmaya; dile nesnelerin, cisimlerin, duyumların ağırlığını, kalınlığını, somutluğunu aktarmaya çalışıyor:
"Titizce ve bilinçle işlenen edebi metinler estetik bir etki yaratır, zamanla oynayışları hoşumuza gider; oysa kişisel anlatılarda zamanın açılımı nadiren bilinçli veya yaratılmış bir şeydir. Peki öyleyse, nereden kaynaklanıyor bu açılım? Yazar olarak köşesine çekilip çalışan kendilikten değil, toplumsal etkileşimin ifade edilen deneyiminden ve akışından: Yani kültürel bir dünyada yaşama, gündelik alışılmış olaylara, ritüellere ve kültürel pratiklere katılma, başkalarının ve inatçı toplumsal olguların doldurduğu, hem kesinkes 'öteki' olan, hem de iktidar ve politikaya özgü yüksek gerilim hatlarıyla bölünmüş bir dünyada hareket halindeki kendilik tarafından kurulan bir coğrafyayı geçme deneyimlerinden."
Kıyıda, kurgusunun son bölümünde bana göre bir aksaklık hissi yaratmakla birlikte, kısa öykü tekniğine yaslanan üslubu, dil ve anlatım arayışı, toplumsal olana ilgisi ve toplumun kenarında kalanlara yani 'öteki'ne yaklaşımıyla edebiyatın hakkını veren, titizce ve bilinçle işlenen bir metin.

Yazının Radikal internet kaynağı: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6245


Kemik.
Dar alanda tufan!

Sefa Kaplan
Aktüel / 1994

Kısa, kesik, sayıklar gibi, kekeler gibi cümleler. Keskin, rengi koyu fırça darbeleriyle çizilen ayrıntılar. Tuhaf, daha ziyade kendi içindeki gözlem kuyusunda gezinir gibi gezinmeler. Kenarda, kıyıda bir yerde, belki asıl söylemek istediğini söyleyememenin sancıları. Belki asıl söylemek istediği diye bir bahis bile yok. Bir okuyucu yanılsaması bu belki de.

Doğan Yarıcı'nın asıl handikapı muhteva mevzusunda yoğunlaşıyor galiba. Bilinmez neden, yıllardır unutulan "köy gerçekçiliği" çölünde, o çölün çocukluğunda "vaaz" vermeyi seçen bir yazar Yarıcı. Kuşkusuz, ilgilenenler, merak edenler için değişik tadlarla, renklerle dolu bir çocukluk bu. Ama işte o kadar.

Doğan Yarıcı'nın anlattığı dünyayla, o dünyanın masallarıyla ilgi kurma biçimlerimiz kökünden sarsıldı. O dünya bize cazip hale getirildiği zaman ancak, zihnimizdeki ait olduğu yeri yeniden sorgulayabilir. Oysa, öyle bir belirti, en azından şimdilik görünmüyor. Bu sağlam dil, bu çoğu genç yazarın kaleminin ucundan geçmeyen kalem kıvraklığı neden kendini dar bölgeyle sınırlandırmayı tercih ediyor acaba?


Erdal Öz'ün mektubu

İstanbul, 12.1.1993

Sayın Doğan Yarıcı,

'Evlâ'yı okudum. Güçlükle okudum. Türkçeyi iyi bildiğiniz bir gerçek. Ama öykü'yü niçin bu kadar dağıttığınızı, anlaşılır olmaktan niçin bu kadar kaçındığınızı anlayamadım. Doğal olarak dilinizi de zorlamışsınız, çok kısa tümcelere dönüştürmüşsünüz Türkçenizi. Ve daha da önemlisi, kameranızı çok hızlı ve bir önceki görüntüyü kavrayamadan bir yenisine çevirerek, okuyanda kavrama zorluğu yaratmayı sanki amaç edinmişsiniz. Hayır, eleştirmiyorum. Zaten eleştirmek de istemem. Ama bir şeyler söylemem gerek diye düşündüm ve yazdım bunları.

Mektubunuzdan anladığıma göre bu derleme 'ilk kitap dosyası'. Demek ki daha sonra yazdıklarınız da var. Onları da görmek isterdim. Bu ilk kitabınızı basmayı düşünmediğimi söylerken sıkıntılıyım. Sizin daha iyi şeyler de yazdığınız, yazabileceğiniz duygusu kaldı içimde çünkü. Bu yüzden daha sonraki çalışmalarınızı görmek istediğimi söyledim.

Size başarılar dilerim.
Saygılarımla.

Erdal Öz


Sanat Olayı

Doğan Yarıcı (Paşabahçe/İstanbul) şiir mi hikâye mi olduklarına hemen karar verilemeyen, daha çok gerçeküstücülerin ecriture automatique'lerini hatırlatan yazılar yazıyor; edebiyatın, her şeyden önce bir disiplin olduğunu bilmiyor mu, bilmiyorsa öğrenmeli; sanatçılık, elbette farklı bir varolma biçimidir ama, bu farklılığını estetik bir mimariye oturtmasını bilir; buysa, edebiyat disiplinini kavramakla, bilinçaltını kalemine geldiği gibi boşaltmayıp ruhsal kargaşalarını bile estetik bir düzene 'yedirmekle' mümkündür.

Doğan Yarıcı henüz çok genç, duyarlığı yüksek, farklı da; demek ki, ona bir çekidüzen vermesi gerekiyor.

Attilâ İlhan
Mayıs 1986 / Sanat Olayı

 

Yorumlar söyleşiler iletişim Yorumlar söyleşiler iletişim